Kürdün yıllardır süren kaderine benzer kadınların kaderi. Ya da kadının varoluşla beraber süren kaderine benziyor Kürdün kaderi.
Biri insanlığın ülke, kıta demeden her yer ve her renkte var olan bir cinsi; diğeri dünyanın bir bölgesinde dört ülke tarafından bölünmüş coğrafyada doğmuş bir ulusu. Her ikisi de devletlerin onları ittikleri yerde mağduriyette eşitler. Bugüne kadar yapılmış hiçbir yasa onları dünyada hak ettikleri yere taşıyamamıştır. Hayat orta yerde dururken, ölüm gelip öncelikle onları bulmuştur. Taş taşımaktan daha yorucudur gidenlerin ardında kalmak. Bir sevdikleri bir yakınları öldürülünce güneşi bir daha doğmayan, karanlıkta acısını yakarak yaşayanlar yine onlardır. Bir kurşun sesiyle, bir haberle gülümsemesi yüzünden yere dökülen olduklarını onlardan başka kimse bilmez. El vereni, onu düştüğü yerden ayağa kaldırmak isteyeni de aynı kader ve kedere boğulur.
Bu iki tanımlamada kadın kimliği Kürt kimliğinden daha kapsayıcı, daha sınır aşıcı, daha dünyalıdır. Bir ülke veya bölge ile sınırlanmayacak kadar çok uluslu, çok dilli, çok inançlı, çok kültürlü, çok renkli, çok sınıflıdır. Kadınlar erkekler dünyasında karşı cins olarak tanımlansalar da, cins olarak erkek olan bütün devletler kendi varlıklarını daim kılmak için çokça ‘erkek gibi kadınları’ tarih sahnesine çıkarmış, onları kendi cinslerine karşı zalim haline getirmeyi hiç elden bırakmamıştır. Devletler sömürü ve varlığını devam ettirmek için kadını da amacına alet etmekte hiç sakınca görmemiştir. Oysa kadın fiziksel özelliği itibarıyla hayat alan değil, hayat verendir. Onu olağanüstü doğasından koparıp kullanan sınıflı toplumun ta kendisidir. Bu anlamda erkek zulmünün uygulayıcısı durumuna düşmüş kadınlar da erkek egemen toplumların yüzüne tükürülesi ‘mağdurlarıdır’.
Yaşadıkça kendi mezarını kazan, ölmeden mezara koyulan, doğar doğmaz giysileri ona kefen gibi giydirilendir kadın. Dualarını tanrılar bile duymaz, peygamberlerin harem çılgınlığı, yakarışları sağır etse de dünyayı dönüp yüzüne bakılmayandır kadın. Annemiz olmaları, kız kardeşimiz olmaları, el bebek gül bebek büyüttüğümüz kızlarımız olmaları, âşık olup yolunu gözlediğimiz evlenmek için tek ayak üstünde bin söz verdiklerimiz olsalar bile asla erkeklerle eşitlenemeyendir kadın. Ha sevgileriyle onları kendimize bağlamışız ha zincirle fark etmez, her durumda tutsağıdır erkekliğimizin. Dünyayı ters yüz etmeden ortadan kalkacak bir durum da değil kadının erkekler karşısındaki bu hali.
Fazlalık ve eksiklikleri olarak bakarsak, erkeklere göre kadınlar eksik etek, aklı yetmeyen, bir saatten sonra dışarı çıkarılmayıp eve hapsedilendir, iradesi tek sahibi kocası tarafından gasp edilendir kadın. Biriyle evlenmişse onunla ölmek durumuna terk edilmiş bir cinstir kadın. Erkekler kadınlarla namuslarını temizler. Kadın katillerinin mahkeme huzuruna takım elbise, kravat ve boyanmış ayakkabılarıyla çıkmaları cezalarını hafifletir. Adeta katil cesaretlendiren kurumlar haline döndü yargı. Mahkemeleri ilgilendirmez onun bir kadının hayatını alıp ölüm vermesi. Bu yetmemiş gibi afla ödüllendiriliyorlar. Cezasızlıkla kız çocuklarına taciz ve tecavüz adeta toplumun geleneği haline getirildi.
Adliye sarayları çift kapılı olmuş, ön kapıdan zanlı olarak giren arka kapıdan ‘masum’ olarak elini kollarını sallayarak çıkıyor. Bizimle aynı otobüs ve minibüse biniyor, aynı lokantada yemek yiyip, aynı fırından ekmek alıyorlar.
Kürdün yıllardır süren kaderine benzer kadınların kaderi. Ya da kadının varoluşla beraber süren kaderine benziyor Kürdün kaderi. Her iki alan da erkek egemenliği tarafından işgal edilmiş. Dilin bıçaktan keskin haliyle başını kaldıranın üstüne silahın her türlüsü doğrultuluyor. Kadınların ve Kürtlerin olduğu yerlerde yağmur değil, kurşun yağıyor. Mezarları bile hep paramparça. Bayramlarda ya da ölüm yıl dönümlerinde sevdiklerinin baş ucuna bir demet çiçek koyacak yer bile yok. Baştan ayağa haklı öfkemizi içimizde usladıkça arama noktalarında çocuğumuz gibi saçlarını taradığımız umutlarımızı üstümüzde suç diye arıyorlar. Ellerinden gelse hüznümüze bile kelepçe vuracaklar. Biz zulme doyduk, toprak zulme doydu da bir türlü devlet doymadı kendi üretip kendi tükettiği zulmüne...
Dört kitap ve o kitaplara tayin edilmiş peygamberleri huzuru ve mutluluğu öbür dünyaya havale etse de, cenneti bile erkeklere bir tepside sunan cins ayrımcılardır. Dünyayı sınıflı toplumlardan, onların sömürü ve zulümlerinden kurtarmak için cenneti yeryüzünde inşa etmeyi önüne koymuş, komünizme gidiş yolunda sosyalizm uygulamaları da kadına hak ettiği kurtuluş yolunu açamamıştır.
Dünden bugüne kadar bütün hak arayışları sonucunda yapılmış devrim deneyimleri göstermiştir ki, proletarya adına iktidara gelenler öncelikle proletaryanın iktidarda söz sahibi olmasına engel olmuş, onları sömürmüş, yoksulluk ve sefaletlerine neden olmuşlardır.
Bütün bu mücadeleler boşuna verilmedi elbet. Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya kadar irili ufaklı kadın hareketleri, kendi öz güçlerine dayanarak geleceği elleriyle yaratma kalkışmaları bir yeltenişle başlayıp bitmeyecek. Kolay olmayacak elbet, kırılıp dökülerek de olsa bütün insanlığın yüzünü güldürecek adımlar atıyorlar.
Bu nedenle kişi ve kişilerin iktidar karşısında takındıkları tutumdan çok onların kadınlara ve Kürtlere karşı tavırları önemlidir. Solcu sağcı ayrımları Kürt ve kadın sorununda suyu bulandıran, bilinmeyen bir geleceğe erteleyen tavır alışlar olmaktan bir adım öteye gitmez. ‘Kadınları sadece sağcılar öldürüyor’ diye bir genelleme yapmak doğru değil. Kadınları her durumda yaralayan, öldüren, hayatını cehenneme çeviren yine erkeklerdir.