Yaşadıkları kerpiçten evleriyle, evlerinin yolu gören penceresiyle, pencereye onları koşturan özlemleriyle eşit üç kız kardeş. ‘Babanız sabah gelecek’ sözünün arkasına düşmüş üç kız kardeş.


Önce günler terk edip bizi, bir bir gittiler. Sonra bolluk ve bereket, huzur ve mutluluk, güneşin altında çalışma ve ayın altında uyuma... Ve gittikleri yerden bir daha geri dönmediler. Zamanla alıştık, alıştırıldık onların yokluğuna. Elbet kolay olmadı rüyayı uykulardan gündüzlere çıkararak onu hayal kılmamız. Her gece biraz daha yaşlanarak döner olduk bizi bekleyenlerin yorgun düştüğü evimize. Üzüntülerimizle yaşamaya başladığımız günden beri bedenimiz de giysilerimiz gibi eskidi üstümüzde. Çocuklar yaşlandı, yaşlılar çocuklaştı hiç fark etmeden...

Duvarların yıkılmamak için başlarını birbirine dayadığı kerpiç evlerden birinin penceresinde çekilmiş bir kare fotoğraf okuması sayın bu yazdıklarımı. Çamurun samanla karılarak kerpiç kalıplarına döküldüğü, kuruduğunda duvar duvar örüldüğü, insanların kardan kıştan korunmak için başını altına koyduğu, yıkıldıkça bir giysi gibi durmadan tamir edilerek içinde yaşadığı o evlerden birinde başlamış ve daha bitmemiş sayın bu anlattıklarımı.

Kerpiç bir binanın mavi boyası dökülmüş ahşap penceresine sığmış, gülümseyerek bakan üç kız kardeş. En küçükleri üç yaşında, o yaşında dünyanın derdini almış, yürüyemiyor. Geride zar zor seçilen kurumuş bir demet çiçek... Pencereye, pencereden de fotoğrafa sığmışlar. Yüzlerindeki gülümsemeye bakarsanız, çiçek hariç üç çocuk da mutlular...

Size anlattığım duvarlardaki sıva çatlaklarından dışarıya sızarak bir fotoğrafa gitmiş, ölü sözcükler günlüğüdür belki. Belki de bir fotoğrafın kısık sesle hepimize verdiği iç sızlatan ince bir sufle. Kendisi kısa, acısı uzun bir hikâye...

Üç kız çocuğu...

En küçüğünün ayakları tutmuyor, duyguları değil ama. Uyanır uyanmaz her sabah ablalarının arkasında elleriyle sürünerek gidiyor pencereye. Yaşadıkları kerpiçten evleriyle, evlerinin yolu gören penceresiyle, pencereye onları koşturan özlemleriyle eşit üç kız kardeş. ‘Babanız sabah gelecek’ sözünün arkasına düşmüş üç kız kardeş. Her umutsuzluğu bir diğer sabaha erteleyerek güne devam eden üç kız kardeş. Pencereden görünen ve bir türlü babalarını onlara getirmeyen ip gibi uzayıp giden bir yol...

Bütün sayıların toplamından elde kalandır anlattığım. Kılıçların bile bir türlü bölemediği paydır, durmadan insanları şiddetle paylayan. Saçaklarda yazın bile çözemediği buzdan damlayan damladır, insan tenine asit gibi damladıkça yakarak acıtan. Yollar günlerden, günler yollardan uzundur orada...

Gitmesek asla bilmeyeceğimiz, devletin eski adları arsızlıkla sildiği doğu olan o uzakta, yeni adıyla Kars’ın Dağpınar köyünün bir evinde, çocukların babası bir gün jandarma tarafından alınıp götürülmüş. Belki ekmeğini paylaştığı için, belki insanlığını, düşüncesini, belki de haritada durduğu yerden dolayı, kim bilir? Götürülmeyen mi var sanki, götürülmüş işte...

Gidiş o gidiş, bir daha geri gelmediği için yaşlı annesi oğlunun ardından gitmiş. Her gidişinde elleri boş dönmüş babasını bekleyen torunlarına. Etrafına ışık saçarak gidip, söndürülmüş bir halde geri dönmesi her seferinde umutları biraz daha yoruyormuş. Torunlarını teselli etmek için her dönüşünde gözlerini ona çeviren torunlarına ‘Bir sabah bu yoldan eve gelecek babanız’ dermiş. Çocukların uyanır uyanmaz pencereye koşması, pencereden gözlerini yola dikmesi bundanmış. Dışarıdan çekilmiş bir fotoğrafta üç kız çocuğu ve onların gerisinde zar zor görünen üzgün çiçekler.

Günler böyle geçmiş, aylar günlere boyun eğmiş. Yıl bile böyle devrilmiş bir diğer yıla. Bir türlü evdeki eksiklerini tamamlayamaz olmuşlar. Eksik uyuyup, eksik uyandıkça çocuklar pencereye koşmuşlar. Güneş bunu bilerek doğup batıyormuş, ay bunu bilerek yükseliyormuş gecelerde. Uzayıp kısalan gölgeler, meyve veren ağaçlar, baharda artan yazın azalan ırmaklar bunu biliyormuş. Yoldan gelip geçerken evlerinde bir tas su içerek duasını bırakıp yoluna devam eden yolcular, acılarının içinde kıpırdamadan yas tutanlar devletin alıp götürdüklerinin kolay kolay geri dönmediğini biliyorlarmış, çocuklar hariç.

Biri diğerinden uzun uzadıya güzel üç çocuk. Meraklı, neşeli, rüyalardan taşan hasretli çocuklar. Doldursan tastan taşan umutlarıyla yeni güne pencerede başlayan, akşamların eşiğini her gün aşındıran çocuklar. En küçüğü, üç yaşında, kendini bilmez. Dünya onun, o dünyanın farkında değil daha. Yürüyemiyor ve konuşamıyor ama koşar ve konuşur gibi her sabah yuvarlanarak ablalarının ardından pencereye gidiyormuş.

Bir çocuk, annemin çocukluğu sanki, ben daha doğmamışım ondan. Annemin torunlarına verdiği yüreğiyle bakmış fotoğrafta. Beni büyütmüş, torunlarını büyütmüş, acılarında kıpırtısız durmuş, sonra yaşlılığına gelip dayanmamış daha, dünyalık işi bitince çocukluğuna geri dönmüş sanki. Öyle tanıdık geliyor o fotoğraftaki çocuklardan biri. İşte o pencerede gülümseyerek bakan o çocuk annemin babasını jandarmalar alıp götürmüşler sanki, çocukluğunu anneme çok görmüşler, öyle acıyor içim...

İşte o annem olan çocuk ve kardeşlerinin tam arkasında, çocukların baba hasretine duyduğu saygıyla belli belirsiz çiçekler de başını uzatarak girmiş fotoğrafa. Bütün olanların farkında oldukları için pencereye koşmayan ve her gün biraz daha gülümsemesi solan çiçekler. Çiçekler her sabah çocuklar gibi pencereye neşeyle koşmayarak duygular gibi soluyorlar o kerpiçten yapılmış evde...

İşte o çocukların babaanneleri her gün giydiği giysilerden farklı giyinerek babalarını görmeye gittiği bir gün oğlunun dokuz yıl ceza aldığını öğrenince ‘Dokuz yıl daha mı oğlum...’ demiş. Oğlu da tel örgülerin arkasında belli belirsiz görünen yüzüyle annesine: ‘Benim her dakikam her saatim, her günüm dokuz yıl gibi ağır geçiyor anne’ demiş...

Derdimiz anlattığımız şeyden ağır, görüp de tarif ettiğimiz şeyden uzun. Derdimiz daha bilmediğimiz, bir gece kapımızı çakmakla yetinmeyecek hayatımızı çalacak şey... Derdimiz daha bilmediğimiz, tanışmadığımız ama varlığından emin olduğumuz şeymiş, Edirne’den Ardahan’a kadar bir yurdu tarif eder gibi...

Bir fotoğraf...

Çocukların annesi ve görüş günleri oğlunu görmeye giden babaanne yok bu fotoğrafta. Babaları değil fotoğrafta, evde bile yok o günden sonra. Güneş bir çocuğun eğri büğrü çizgileriyle çizilmiş gibi duruyor evin tam üstünde. Kara kalemle karalanmış gecelerden silgiyle silinerek çıkılıyor sabahlara. Defalarca yazılıp silinerek yıpranmış, çekseniz yırtılacak bir sayfaya dönen yerde uyuyup, uyanıyor çocuklar. Yine de orada çocuklar her sabah, uyanır uyanmaz pencereye koşuyorlar...