Bir göçle gelmiş, yine bir göçle terk edeceğimiz yerdeyiz. Toprak bile kayıyor ayaklarımızın altında, harita değişiyor. Yurdunu yitirmiş divane, dala konamayan kuş, havada asılı kalan söz...


Öyle bir yere geldik ki, 'Bu böyle gitmez!' desek kimse inanmaz bize. Bir umutsuzluktur almış başını gidiyor. Yemin billâh etsek bile kar etmiyor zamana. Zaten mal, mülk ve iktidar için yemini onlar, kutsal kitapları onlar, inanmayı onlar tükettiler. Elimizde saf, süssüz, tadı tuzu hiç değişmeyen, yalın bir sözcük kaldı: Bu böyle gitmez…

İnsanı hayvandan ayıran özellikler vardır. Kime sorsak bir çırpıda bildiklerini sıralar. Peki insanı insandan ayıran özellikler nelerdir ve kim buna ne cevap verir acaba?... İktidar düşkünlüğünün insanı düşürdüğü hal midir, yoksa insanın zayıf tarafına konan bir bela mıdır, onu yerlerde süründürerek yaşatan. Doğar doğmaz melekelerine gülen o çocuğa ne oluyor büyüyünce. Bu dünya nasıl bir mekândır ki, insanı insan olmaktan çıkarıp, bir baş belası yapıyor böyle? Bunda payınız az değil maazallah…

Bu nedir büyümekle başımıza gelen bela? Kim üflüyor ruhumuza bu cinnet halini ve bedenimiz neden nabız atışlarında tutuyor bu mevki düşkünlüğünü? Söz neden onun duvarından tutunmayıp bir sıvı gibi akıyor yukarıdan aşağıya? Ömrünü masum kılıyorken dervişler, masum kalmayı bu kadar zorlaştıran ne? Lokma mıdır insanı kirleten, hırka mıdır bütün kirlerimizi örten? Nedir bir ömrü durmadan kötülüklere batırıp batırıp çıkaran? Bizi evrene, evreni bize yabancı kılan bu zulmünüzün sebebi niye?.

Dünya taşınmazı bir mülk müdür ki, kimisi sahip olduğuna tırnak geçirirken, kimisi de sahip olamadığının hayaliyle geçiriyor bütün ömrünü. İçine yaşanan hayatı bu kadar zorlaştıran nedir? Nedir ruhumuzun bir bedenle çektiği ıstırap? Var olmak için direnmeye mecbur bırakılmış, o suçlu, o kaçak, o görüldüğü yerde vurulacak olan, o kadın, o erkek, o dağı kendine yastık yapan, gülümsemesi annesinin avucunda kalan, her gün gözyaşıyla sulanan o özlemek sonsuza kadar sürmeyecek. Bir gün son bulacak, bu hep böyle gitmez…

Mülke karşı kavga mıdır, bu dünyayı bütün kötülüklerine rağmen yaşanır kılan? Nedir bu kartalın her gün bedenimizden pençe pençe söküp aldığı ve yerine acı koyduğu hal? O nasıl bir şeydir ki sevgiden beslenirken, öfke ve kinle kirletilen...

Bütün bunların sebebi, birden yola fırlayan sarı mıdır, nereden geldiğini kimsenin bilmediği. Yoksa başını alıp giden kırmızı mıdır, hep aranan. İç çeken bir yeşil midir, gittikçe dünyadan elini ayağını çeken… Başımızın üstündeki sarayda hükmünü süren mavinin saltanatı mıdır, yokluğu kıyametimiz olacak olan? Kimin elinde bu iyilik ve kötülüğün terazisi. Kim defterini tutuyor bunca acının, sizden başka…

Masum bir gülüş müdür, sevgiyi kalpten dudağa taşırken o kısa mesafede dudaklara mühür gibi vurulan. Bir şehirlerarası yolculukta mı tanıdık onu, bir ömrün yol molasında mı, yoksa elimizin altındaydı da, fırlayıp gittiğinde mi kendimizi eksik hissettik? Etimizden et, kanımızdan kırmızı mıdır bir türlü bizden ayrılmayan. Ruhumuza üflenmiş,

Öldüğümüzde burnumuzdan uçup gidecek olan canımız mıdır, bütün bunları yolumuza döken? Sizden başkası değil elbet…

Bir göçle gelmiş, yine bir göçle terk edeceğimiz yerdeyiz sanki. Toprak bile kayıyor ayaklarımızın altında, harita değişiyor. Göçebe, yurdunu yitirmiş divane, dala konamayan kuş, havada asılı kalan söz… Gecelere bir türlü sığmayan rüyaydı belki de, kimin gördüğü bir türlü bilinmeyen...

Her birimiz olduğumuz yerde ömrümüzün mültecisi olduk sanki. Kendimize uzaktan bakar olduk nasıl olduysa. Çocuklarımız hasretimizin gölgesinde büyüdüler. Alnı açık dağların dilini de, sokakların dilini de sökerek öğrendik, yetmedi. Şehirleri bize dar ettikleri için, o çocuklar başlarına sarıp rüzgârı gittiler. Kapılarımızı yıllarca onlar için açık tuttuk, bir gün ellerinde yaşanır bir ülkeyle dönerler diye...

Evlerimizi hiç terk etmeyen, adını çocuklarımıza veren o uzun hatıraydı, baş başa kaldığımız. Bizi o sınırlarda dolaştıran yaraydı, hep elimizin altında sakladığımız. Elimizi kaldırınca uçup, havaya karışır korkusuyla taşıdıklarımızdı bizi lal bırakan. Her seferinde insanlığımızla sınandık. Gözlerimiz kapalıyken bile kalbiyle görmeye bizi alıştıran o hasretti, bizi yurdundan asla kovmayan. Yerin bilmem kaç kat altında kök salmış ağaçlar gibi sessizce yaşıyorken, ışıkla yüzümüzü yıkayarak güne başlamak gibi bir direnme biçimiydi, mevsimleri, yılları geride bırakan… Diz çökmemizi beklemeniz Nafile…

Hayatı yol kenarında bulmuş gibi, beyhude harcayan da insandı, zalimiyle kendi arasına kırmızı çizgi çizen de. Kendini bilen insan, balığı suda, serçeyi havada, heykeli taşta, direnişi arka sokaklarda bilendir aynı zamanda. Çalınır elbet bir gün, çalınmayı bekleyen o kapılar. Odaların derinliğinde bekleyenler kalkıp yüzyılın içinden çıkıp gelir gibi açarlar kapılarını, ömürlerini açar güneşe çıkarır gibi. Yolcusunu o gün, o saat, o dem beklemiş gibi, vakti dolmuş da, gelmiş gibi, acılarından doğrulur gibi kalkıp yürüyecekler insanlığın bahçesi hayata. Çocuklarının gittikleri o ilk güne gider gibi, acılarını soyunur gibi, tel tel saçlarını ışıktan geçirir gibi, anneler varıp açacaklar o kapıyı. Bunca şiddet boşuna…

O kapının eşiğine başımı koymuş da rüyasını gördüğüm şeydir beni zalim dışında kimseye düşman etmeyen. Düşmanı eksik etmeye, dostu çoğaltamaya gidenlerin rüyasıydı tarifinde hep zorlandığımız. Ama bir o kadar da sade ve sıradan şeydi gözlerimizde ışık gibi taşıdığımız. Olunca adını koyduğumuz, olmadığı sürece hayalde mayalanmaya bıraktığımız, devletlerin bir türlü öldüremediği, gülünce gözleri kapanan masum bir çocuk sadeliğidir beklediğimiz. Ömrümüze dadanmanız nafile…

Ben beklentilerimi ufkuma asar da öyle bakarım sabahtan gün batımına. Bir dağ başından ovalara bakar gibi, kibirsiz bakar, düzde bir ayak izi olurum. Soyunurum, dünyanın nimetlerinden, soyunur da pürü pak olurum. Onlardan aldım bu hayali ve bu nedenle bir çocuğun avucuna bırakılacak emanet gibi taşırım. Ve bilirim ki, bir kavgada düşenleri bir biçimde kavga verenler taşırlar onları hayatlarında. Boşuna değil uğruna verilen hiç bir kavga…

İşte o gün, ölerek sonsuza kadar yaşayacak olanlara, o güne kadar sürgünde yaşayanlara, hapishanelerde ömür dolduranlara 'Hoş geldiniz…' diyeceğiz. Nehirler o gün berrak akarak diplerindeki çakıl taşlarını gösterecek. Mevsim o gün başını gösterecek bir tomurcukta. Yaralarımız o gün sağalacak. Kundaktaki çocuklar o gün sebepsizce gülecekler annelerine. Annelerin memeleri o gün süt dolacak. O gün, geceler artık yüz yıl sürmeyecek, kâbusların yerini rüyalar olacak. Birbirimizi duymak için bağırmamıza hiç gerek kalmayacak o gün, mutluluğun sesi gibi, bir fısıltı gibi dolaşacak aramızda.


ozturkfadil@artigercek.net