Kimsenin hafızası almıyor bunca acı ve sevincin hayatımızda durmadan yer değiştirmesine. Kentler yıkılırken sular kesiliyor ve böğürtlen gibi ölüyoruz.


Zamanın akışıyla oynadılar. Artık biten günün yüzünü döndüğü akşamlardan basamak basamak inmiyoruz gecelere. Bir uçurumdan düşer gibi koyu bir karanlığın kalbine doğru hızla düşüyoruz. Sonu yok bu düşmenin. Her adımda bir şey siliniyor hafızamızdan. Önce beyaz, beyazın kendisiyle taşıdığı renkler silinip gidiyor. Hatırlamak hafızamızda bir görünüp, bir kaybolan anlamsız bir görüntü. Bir müddet sonra gözlerimiz gibi, ellerimizi, kollarımızı bütün bir vücudumuzu yutacak katran bir karanlığa düşüyoruz.

Yarınımız bir istasyonda unutulmuş kayıp ilanı vermediğimiz bir valiz. Geleceğimiz düşerek daha varamadığımız karanlığın kalbinde bizi bekleyen bilinmezlik. Kayıbız hızla solan birer fotoğrafız sanki, canlı ve cansız hayatla içine çöken kocaman bir kara deliktir bizi içine çeken. Zamanı ölçen takvim ve saatler çoktan silinip gittiler yeryüzünden...

Şarkılar başımıza toplanmışlar. Kuşların ağaç dalların konup uçmaları gibi bağdaş kurup oturmuşlar alnımızın tam ortasına. Sağ omzumuza oturan zaman hayatı fısıldıyor kulağımıza. Nafile, kâr etmiyor, bir türlü hayat bakmıyor yüzümüze.

Çocuklarımız, kadınlarımız, aşklarımız ve daha birçok şeyimiz. Ömrünün sonuna doğru yürüyen anne ve babalarımız, yaşayanı ve yaşamayanıyla kardeşlerimiz. Dedelerimiz, nenelerimiz, onlardan da öncesi, soyumuz sopumuz. Gölgesinde oturduğumuz ağaçlar, suyunu içtiğimiz çeşmeler, bir yerden bir yere giderken bizi uğurlayan ve karşılayan arkadaşlarımız, kıtalar, okyanuslar, gökyüzü hepsi çıkıp kapımıza kadar gelmişler. Acılarını bir bir alıyorlar üstümüzden tekrar hayata tutunalım diye...

Kuşlar inandıramıyor bizi, suyun yağmur hali, dolu tanesi, kar kristali, baharla düşecek ilk yağmur damlası inandıramıyor bizi, birazdan sökecek dedikleri gün, saçlarımızda dolaşan dedelerimizin nasırlı elleri bile...

Ağlasın erik ağacı, kimsenin kabul etmeyeceği yerdeyiz. Aşikârız, görüldüğü yerde karanlığın yutacağı kadar suçluyuz. Öpüp başınıza koyun suçumuzu. Cetvelle çizilmiş haritaları bozmaktan, doğayı insandan, insanı doğadan ayırmamaktan suçluyuz, hiç masum değiliz. Gurbet deseniz gurbet değil, yurt deseniz uçuruma tutunmuş bir dal. Yanakta süzülen yaş gibidir bütün yolculuklarımız...

Gün devrilirken diğer bir güne, mutlaka bizi sorumlu tutup, karanlığa biraz daha karanlık çalacaklar. Göğün uğultusundan beslenen sözcükleri aldık da geldik kapınıza, durgun göllerin gövdesinde sakladıkları mavilik aksın yüzümüze.
Konuşamayan taşların kaygısı, sabırlı ağıtlardan yapılmış hayat, güneşin doğuşuyla havaya kaldırdığımız ellerimizin avuç içine akmış gözyaşına aç kapını...

Yalnız, sessiz ve gövdesiziz. Şimdi güneş altında tuz kristaline dönüşen suların olduğu yerdeyiz. Dilimiz sözcüklerden önce parçalandı. Yırtık bir kumaş gibi yaralı son sözcüklerimizi giyip de geldik. Eğer dönen bir dil, çıkabileceğimiz bir dudak bulsaydık, bir ‘Ah’ olarak mihnet etmez, mezarımızı kendimiz kazardık...

Dişlenmiş elmanın tadına benzediğimizi anlıyoruz zamanla. Salıncakta sallanan bir kayısı sarısı, evden uzakta bir erik ekşisi olarak kaldık birbirimize. Hatırlayın kiraz kadar hayretle bakmıştık hayata. Salkımında taneleri bir birine fısıldayan üzüm gibi zamanın insafına bırakmıştık kendimizi. Öncemiz nerede başlıyordu, sonramız nerede bitiyordu ve biz bu başı ve sonu belli olmayan hayat döngüsünün neresindeyiz bilinmiyoruz.

Hiç yalnız kalmamış, ama yalnız bırakmış, haylaz bir dut ağacı oluyoruz birden. Bembeyaz gülüyoruz dünyaya, yaprakların koynunda salıncaklar kurup, rüzgârın ellerinden tutuyoruz. Ansızın bir dere kenarında suyun sesiyle büyüyen salkım salkım böğürtlen oluyoruz. Kimsenin hafızası almıyor bunca acı ve sevincin hayatımızda durmadan yer değiştirmesine. Kentler yıkılırken sular kesiliyor ve böğürtlen gibi ölüyoruz. Dallarından başlayıp, köklerine kadar varan ölümümüz uzun sürüyor, insanın ölümünden de uzun...

 

...