Daha önce bu köşemde Uzun Yaz romanını tanıttığım Metin Aktaş’la bu kez “Bu topraklarda yüzyıllardır süren bir acının öyküsüdür” diye özetlediği yeni romanı Gelincik Tarlası üzerine söyleştik. Diğer romanlarında olduğu gibi AKTAŞ, Gelincik Tarlası romanında da ülkemizde siyasal iktidarların ağır baskısı altında ezilen yoksul insanların, azınlıkların, farklı inançlardan insanların hayatlarını çarpıcı bir biçimde anlatmaktadır. Metin’in elinden kalemi hiç düşmesin...
Baştan hemen sorayım. Gelincik Tarlası romanında anlattığın Veli’nin öyküsü gerçek mi, yoksa senin yarattığın kurgu bir karakter mi?
Veli’nin öyküsü gerçek! Gerçek yaşamdan etkilenerek yazdığım bir öykü. Bugün bile Dersim’in her köyünde yaşayan bir veya birkaç Veli’yle karşılaşmak mümkün.
Gelincik Tarlası romanında masum bir çocuğu acımasız bir katile çeviren şeyin sistem ve toplum olduğundan yola çıkarak bireyi suça iten şeyin sistem ve toplum olduğunu söylüyorsun. Oysa bizim geleneksel Alevi anlayışımızda suç ve suçluya böyle bakılmaz.
Ben geleneksel anlayışımızın insana ve suça bakış tarzına katılmıyorum. İnsana ruh veren içerisinde bulunduğu hayat tarzı, üretim ilişkileri, üretim güçleri ve yaşadığı coğrafyadır onu şekillendiren. Kimsesiz çocuklar yurdunda büyüyen Veli başka bir yerde, başka bir hayat içerisinde yaşamış olsaydı hayatının farklı olacağından eminim. Kimsesiz çocuklar yurdunda büyüyen bir çocuktan acımasız bir katil yaratan sistemin kendisidir. Kötülüğü yok etmek için kötülüğü yaratan kaynağı, yani kapitalizmi insan hayatından çıkarmak gerekli. Çünkü kapitalizm var oldukça eşitsizlik, adaletsizlik, sömürü, savaşlar, katliamlar ve soykırımlar hep olacaktır. Veli’nin öyküsünü anlatırken bu gerçeği anlatmaya çalıştım okuyucuya.
Hayatta öyle öyküler vardır ki en güçlü romanlardaki kurgu bile bu öykülerin yanında yavan kalır. Veli’nin öyküsü böyle bir öykü! Öykü 1938-1938 Dersim katliamında yakılıp yıkılmış, insanların çoğu öldürülmüş, hayatta kalanların çoğu batı illerine sürgüne gönderilmiş, 1947 affıyla topraklarına geri dönmüş Alevi Kürt insanların yaşadığı küçük bir dağ köyünde başlar, sonra şaşırtıcı bir şekilde bizi inanılmaz bir hayat serüveninin içerisine çeker. Baştan sona doğru yapılmış bir yolculuk değildir bu, sondan başa doğru yapılan bir yolculuk. Neden böyle yaptın?
Veli’nin son günlerindeki yaşamını anlatmakla öyküye başlayarak başa doğru ilerleyip Veli’yi o noktaya getiren hayatı, hayat şartlarını anlatmayı daha doğru buldum. Tersini de yapabilirdim ama bu şekilde öykünün daha sarsıcı olacağını düşündüm. Nihayetinde romanım yayınlandıktan bugüne okuyuculardan gelen tepkilere bakınca doğru yaptığımı söyleyebilirim.
Romanın birinci bölümünde Veli’nin karısı Sakine’nin karakteri çok çarpıcı. Bir yandan Veli’nin çılgınlıklarına aptallıklarına karşı isyan eden, bir yandan da onunla bütünleşen çapkın bir kadın. Hayata farklı bakan bu iki zıt insanı bir araya getirmekteki amacın neydi?
Aynı travmayı yaşamış bu iki insandan biri olan Sakine isyankârdır. Teslim olmaz, mücadeleyi seçer. Veli’nin isyanı ise, soyu yeryüzünde yok edilmiş bir insanın içine düştüğü haldir. Veli, tükenir teslim olur, kendini hayallere kaptırır. Çözümü mücadele etmekte değil, kendisine acılar yaşatan sistemi değiştirmeyi hayallerinde yarattığı kahramana bırakır. Çünkü kazanma umudunu yetirmiştir Veli. Kendisine acıları yaşatan sistemin çok güçlü, kendisinin ise çok zayıf ve güçsüz olduğunu bildiği için düşlerindeki kahramanla sistemi değiştirmeyi amaçlamaktadır; Hayallerinde yarattığı Mehdi adını verdiği çocuğu büyütmesindeki amacı da budur. Yeryüzündeki adaletsizlikleri, sömürüyü, savaşları yok edecek kurtarıcıyı düşlerinde yaratarak büyütür. Artık düşlerinde yarattığı kahraman onun için bir düş değil somut bir gerçekliktir. Sakine kocasının bu düşleriyle bir yandan mücadele eder, bir yandan da onun düşlerinde yarattığı Mehdi’yi büyütmesine yardım eder. Çünkü o da çaresizdir, attığı her adımda sistemin ağır yumruğu bir balyoz gibi onun da kafasına iner. Başlangıçta insanlar Veli’ye inanmaz ama zamanla yüzyıllardır yaşadıkları acılardan, baskıdan, katliamlardan, sömürüden kurtaracak kahramanı büyüten Veli’ye katılırlar. Artık Mehdi bir sanrı olmaktan çıkarak maddi bir gerçeğe dönüşür. Yüzyıllardır hep kaybeden, öldürülen, zorla topraklarından sürülen insanlar kazanma umudunu yitirmişlerdir. Onların Mehdi gibi sanrılara ekmek-su gibi ihtiyacı vardır. Yoksa yaşadıklarına karşın hayata katlanmaları mümkün olmayacaktır.
Tam bu noktada devreye girerek bir soru sormak istiyorum. Çünkü tam da can alıcı noktaya geldin. Romanda Veli’nin yarattığı sanrı bir salgın gibi diğer insanları da kontrolüne alıyor. Zamanla bütün insanlar Veli’ye benzeşirler. Bu trajikomik öyküyle ne anlatmak istedin?
Can alıcı bir soru. Biliyorum romanı okuyan birçok insan Veli’nin yaşadıklarına dayanamayarak delirdiğini düşünür. Peki, gerçek öyle mi? Veli deli mi? Bu kez ben okuyucuya bir soru sormak istiyorum. Veli deliyse biz diğer insanlar akıllı mıyız? Biliyorum, hemen ‘evet biz akıllıyız’ diyeceksiniz. Size katılmıyorum. Çünkü bilim ve teknolojinin devasa bir gelişme gösterdiği, dünyanın global bir köye döndüğü çağımızda biz insanların her biri sanrılara köle olmuş delileriz. Eğer Veli deliyse, biz zır deliyiz. Günlük ve toplumsal yaşamımızı yönlendiren, bizi içine sürükledikleri durum sanrılardır. Yarattığımız sanrılar için ibadet yerleri kuruyor, okullar, üniversiteler inşa ediyor, milyarlarca insan emeği bu alanda çarçur ediliyor, sanrılarımız için birbirimizle savaşıyor, birbirimizi öldürüyor, kentleri, ülkeleri yakıp yıkıyoruz. Veli’nin yarattığı sanrı gerçek değilse bizim sanrılarımız neden gerçek olsun? Aslında Veli’nin öyküsü bizim yüzümüze tutulmuş bir aynadır. Onun öyküsünü okurken kendi gerçekliğimizle yüzleşmekten korkuyoruz. Toplumsal bir akıl tutulması yaşadığımız, yarattığımız sanrıların kölesi olduğumuzu kabul etmekte zorlanıyoruz. Bu yüzden içimizden çıkan Veli’yi görmekten korkuyoruz. Tıpkı insanın kendi iskeletinden korkması gibi! Sanrılarımızı dokunulmaz, kutsal kılmak için yasalar çıkarıyoruz. Bu yasalara karşı gelen Veli gibi insanları çok ağır şekilde cezalandırıyoruz. Çünkü kendi gerçeğimizi görmekten korkuyoruz.
Neden? Neden korkuyoruz?
Çünkü biz doğu toplumları kendimizi, düşüncelerimizi, inançlarımızı, hayat tarzımızı, toplumsal sistemimizi sorgulamaya kapalı toplumlarız. Bize göre biz mükemmel insanlarız. Toplumsal sistemimiz mükemmel, inançlarımız, hayat tarzımız mükemmel. Biz kötü değiliz. Biz zulüm etmeyiz, biz insanları sömürmeyiz...
Kötülükler bize hep dışarıdan gelir. Çünkü, biz kültürün sosyal yaşam içerisinde edindiğimiz bir alışkanlık olduğunu kabul etmeyiz, bize göre kültür değişmez sorgulanmaz bir doğma. Biz bu doğmalar yüzünden her gün birbirimizi boğazlıyorsak bu doğrudur. Çünkü bizim doğmalarımız insan yaşamından daha değerlidir. Bizim topraklarımızda insan artık doğmalara tutsak edilmiş bir araçtır. Önemli olan doğmalardır. Doğmaların yaşaması için her türlü acımasızlığı yapmak meşru bir haktır.
İçimizden Veli gibi biri çıkıp bunun doğru olmadığını söylerse hep birlikte ayaklanır, anında onu linç ederiz. İşte bundan dolayı korkuyoruz. Hayatımızı adadığımız, uğruna her türlü kötülüğü yaptığımız sanrılarımızın gerçek olmadığı korkusu insan iskeleti gibi korkutuyor hepimizi. Bu softalık toplumsal bir hastalık gibi bütün insanları kontrolüne almış durumda. Artık hepimiz yarattığımız sanrıların kölesi olmuş durumdayız. Özgür değiliz. Bir insanın özgür olması için yüzyıllardır insan ruhuna yerleştirilmiş bencillik ve kölesi olduğu toplumsal softalıktan kurtulması lazım. Bu doyumsuzluk ve yaratığı sanrıların kölesi olmaktan kurtulmayı başaramayan insanlar da, toplumlar da özgür olamaz. Ama Veli özgürdür. Çünkü o toplumun sanrılarından kurtulmayı başarmıştır. İnsanları korkutan Veli’nin bu özgürlüğüdür. O sanrıların kölesi olmuş insanlara karşı çıkma cesaretini gösteren Doğu'lu bir Donkişot’tur. Onun mücadele tarzına böyle bakmak gerekir. Veli’nin bindiği bir atı, yel değirmenlerine saldırırken kullandığı bir mızrağı yoktur, ama düşlerinde yaratığı Mehdi ile toplumun tabularına saldıran hayal gücü vardır.
Bildiğim kadarıyla Veli karakteri edebiyatımıza yeni giren bir karakter. Gerçekten etkileyici çarpıcı bir karakterdir. Ama Veli’nin içerisinde yaşadığı Alevi Kürt halkının yaşamını da bir o kadar etkileyici çarpıcı ve yalın bir dille anlatmışsın. Geleneksel yaşamın devamında ısrar eden, Pir ile yasa toplumuna uyum sağlamak için uğraşan Topal arasındaki mücadeleyle ne anlatmak istedin bize? Bu noktada politik bir soru sormak istiyorum. Sence geleneksel yaşamı korumak mümkün mü?
Gelincik Tarlası romanımla geleneksel yaşamdan yasa yaşamına dönüşü, yani feodal toplumdan kapitalist topluma dönüşüm sürecini yaşayan bir halkın yaşadığı sancıları anlatmaya çalıştım. Bu konu önemli olduğu için biraz açmak istiyorum. Gelenek, töre bir üretim tarzının ve üretim ilişkilerin yarattığı yaşamın kurallarıdır. Ebedi ve ezeli değildir. Onları yaratan üretim tarzı ve üretim ilişkileri değişince değişmeye başlarlar. Ancak gelenek ve töre onları yaratan üretim tarzı, üretim ilişkileri değiştikten sonra bile yüzyıllarca yaşamaya devam edebilirler.
Nihayet bugün insan yaşamında etkili olan binlerce yıl öncesi üretim tarzının, üretim ilişkilerinin yaratığı gelenek ve töreler vardır. Gelenek ve töreler canlı organizma gibidirler doğarlar, büyürler, etkili olurlar, sonra yaşlanarak ölürler. Hiçbir şey onların ölümünü durduramaz. Bu değişim dönüşüm bazen yavaş bazen hızlı olur.
Dersim Alevi Kürt halkının yaşadığı değişimi dönüşümü böyle yorumlamak lazım. Feodal toplumdan kapitalist topluma dönüşümü yaşarken yaşadığımız sıkıntılardır yaşananlar. Feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş sürecinde yaşadığımız sıkıntıları görüp feodal toplumun kültürüne sığınmak, çözümü orada aramak akıllı bir insanın yapacağı bir iş değildir.
Yani şunu anlatmak istiyorum kapitalizmin alternatifi feodal kültür, gelenek, görenekler olamaz. Kapitalizmi ortadan kaldırmak istiyorsak onun alternatifi çağdaş hayat mücadele tarzını yaratmak zorundayız. Belki birçok okuyucu kızacak ama ben söyleyeyim. Bütün olumsuzluklarına rağmen kapitalist kültür feodal kültürden tarihsel olarak daha ileri bir adımdır. Bu sözüm Dersim’de bira fıçılarını sokaklarda yuvarlayan, sazlarını alıp o cem evinden öteki cem evine koşup, ‘Ali Ali' diye çığlık çığlığa bağırıp göğüslerini dövenleredir. Bu sadece Dersim halkının sorunu değildir. Bütün ülkenin sorunudur. Ülkemizde alt yapıda kapitalist ekonomi hâkim olduğu halde, üst yapıda hâlâ feodal kültür hâkim. Siyasal iktidarlar feodal kültürü yaşatmak için elinden geleni yapıyor. Ama ne yaparlarsa yapsınlar eninde sonunda kapitalizm kendi kültürünü hâkim hale getirecektir. Bu ayrı bir konu olduğu için burada bırakıyorum.
Romanın ikinci bölümünde farklı bir Veli karşımıza çıkar. Bursa'da yaşadığı kimsesiz çocuklar yurdunda büyürken köklerini aramayı bir saplantı haline getirmiş Veli’yi Dersim’e sürükleyen serüvenden biraz söz edebilir misin?
İkinci dünya savaşı yılları. İnsanlar açlıktan, hastalıktan kırılıyor. Bu zor yıllarda Veli annesini babasını aramayı sürdürüyor. Ağır bedeller ödemesine rağmen bu mücadeleden vazgeçmiyor. Bu mücadelenin sonunda annesinin öyküsüyle karşılaşıyor. Annesinin öyküsü onu sarsıyor. Çünkü öykü çok acı bir öyküdür. Veli, bu kez annesinin öyküsünün peşine düşüyor. Bu yolculuk onu Dersim’de ölüm tarlalarına ya da ölüm mezarlarına götürüyor.
Bu konuyu açar mısın? Birçok okuyucu ölüm tarlaları veya ölüm mezarları hakkında fazla bir şey bilmiyor olabilir.
1937-1938 Dersim katliamında sağ ele geçen insanlar bir araya toplanarak topluca öldürülür. Bu insanların öldürüldüğü yerlere ölüm tarlaları veya ölüm mezarları adı verilmiştir. Dersim’de neredeyse her köyde bu mezarlar, ölüm tarlaları vardır. Veli’nin öyküsü bu ölüm tarlalarında başlar. Askerler öldürmek için bir araya topladıkları insanları kurşuna dizmeden önce içlerindeki güzel kadınları, kızları seçerler. Veli’nin annesi de ölüm tarlasında seçilmiş güzel kızlardan biridir. Bugün Dersim’de insanlar, toplu katliamın yaşandığı gün, katliamın yaşandığı yerlere giderek vahşice öldürülmüş insanlar için ağlar, dua eder, yas tutarlar.
Son bir sorum olacak. Mehdi, Veli mi?
Bunu ben de bilmiyorum. Kim bilir belki Mehdi, Veli’dir belki de Veli’nin kayıp olmuş bir hayat için yarattığı bir sanrı. Buna okuyucu karar versin.
Okuyucuya söylemek istediğin son bir şey var mı?
Okuyucuya şunu söylemek istiyorum. Zor bir dönemden geçiyoruz. Farklı söz söylemek bir suç haline geldi. Muhalif yazarlar eserlerini okuyucuya ulaştıramıyor. Bütün kanallar kapatıldı. Bu durumu değiştirmek sizin-bizim elimizde! Muhalif yazarlara, siyasetçilere, şairlere, düşünürlere sahip çıkarsanız bu gidişi durdurabilirsiniz. Unutmayın en büyük güç sizsiniz, içine düşürüldüğümüz bu çıkmazdan ancak siz kurtarabilirsiniz...
Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Metin Aktaş’ın bugüne kadar yayınlanmış kitapları:
*Munzur Efsanesi *Gerçek ve İşkence *Hamal Dersimli Bektaşi *Acı Fırat Asi *Fırat *Beyaz Dağ *Çerçeve *Cennetin Ölümü *Nişancı *Harput’taki Hayalet *Dicle *Cefr *Son Derviş *Sürgün *Harput’taki Hayalet *Avesta *Rüzgâr Ateş gibi Yakıyordu *Yezda *Uzun Yaz