Buğday tarlalarında hunharca
ateşe verilen o altın başakların
duyduğu acı tadında
yediğim her lokma…
Son günlerde Kobanê ve Şengal’de buğday tarlaları başta olmak üzere Kürtlere ait ekinler ilkel bir intikam duygusuyla ateşe veriliyor. Kobanê’nin köylerindeki tarım arazilerinde çıkarılan yangınlar kısa bir sürede o kadar geniş bir alana yayıldı ki, yüzlerce dönümlük tarla, bağ ve bahçe yok oldu.
Tevrat ve İncil’e göre Tanrı, cennetinden kovduğu Adem ile Havva’yı tarıma mahkum ederek cezalandırır. Tanrı’nın cennetindeki bin bir türlü meyveyi artık rüyasında bile göremeyecek olan “günahkâr” çift, ekmeğini topraktan çıkaracak ve böylece “büyük günah”ın bedelini adım adım ödeyecektir.
Yeryüzünde kurulan ilk uygarlığın temelini tahıllar oluşturdu. Tahıl tarımıyla uğraşan insanlar bu sayede yerleşik hayata geçti. Doğanın büyük bir cömertlikle insanlığa hediye ettiği tahılların en önemlisi ise başlangıçtan günümüze buğday oldu. İnsanlık ilk yetiştirdiği tahıl olan buğdaya diğer tahıl ve bitkilerden farklı bir anlam, bir kutsiyet atfetti. Ekmek yere her düştüğünde ilk olarak öpüp alnına götüren yaşlılarımızdan da hala gördüğümüz gibi.
İnsanla buğday arasında gözle görülür bir ilişki ve bağımlılık söz konusudur. Bu ilişki buğday tanesinin ilk toprağa düştüğü andan itibaren başlar. Ekimi, büyümesi ve hasadıyla buğday, doğumu, ölümü ve dirilişi simgeler. İnsan emeği olmadan buğdayın başaklanması imkansızdır. Zira buğday tohumu diğer tahıllar içinde en nazlı, zarif ve kırılgan olanıdır. Büyümesi ve sağlıklı başaklar vermesi için insanın onu alın teriyle sulaması, yabani otların istilasına karşı bir canlı kalkan gibi koruması gerekir.
Eski zamanlarda insanlar buğday tarlalarını ve ürün veren diğer arazilerini kuşlar, yabani hayvanlar ve olası her türlü tehlikeye karşı gece-gündüz nöbet tutarak korurmuş. İş güç yüzünden tarla, bağ ve bahçeleri korumaya vakit bulamadıklarında bu görevi ağaçtan veya taştan yaptıkları korkuluklar yerine getirirmiş.
Bizde çok anlatmazlar. Kerpetenle dişleri sökülmüş insanların ağzından cımbızla laf almak da kolay değildir. Soranı da, sorulanı da yıpratan, an’a geri döndüren zorlu bir eylemdir anlatmak ve anlattırmak. Hakikaten, acılar bırakmaz peşini anlatanın olduğu gibi dinleyenin de. Gece-gündüz rüyalarına ve aklına sızarlar büyük bir ustalıkla ve bununla baş etmenin bir yolu olarak insanlar istemeden de olsa susmayı tercih ederler.
Susarlar. Susarlar ki aktarılmasın binlerce yıllık acılar körpe beyinlere. Fakat çare değildir bu. Sustukları, bir hafiye gibi düşer peşine yaşanmışlıkların. İğneyle kazıp kanatarak da olsa hafızaları, ulaşırlar sonunda o sıkı sıkı kapatılarak boğulmuş kuyuya.
Gerek Ermeni Soyrıkımı, gerekse Dersim Soykırımı’nda devlet düşman gördüğü insanlara yönelirken ilk hedeflerinden biri de evlerdeki buğday ambarları olmuş. Can ve mal kayıplarının yanında bu da başka bir travmaya yol açmış geride kalanların hayatında. Fakat bununla kalmamış. Çeşitli nedenlerle küslük yaşayan ve birbirine düşmanlık yapan aileler arasında bir öç alma yöntemine dönüşmüş devletin bu ilkel tavrı zamanla. İnsanlar kız kaçırma veya kan davası nedenleriyle birbirlerini öldürürken, düşmanı gördüğünün buğday tarlaları başta olmak üzere ekinlerini ateşe vermekte de bir mahsur görmemiş. Düşmanı olan aileler kuşlardan, yabani hayvanlardan değil, onlardan korumak için nöbet tutmuş en çok tarla başlarında. Ne korkunç!
Rojava ve Şengal’de Kürtlere ait buğday tarlaları ve diğer tarım arazilerinin tam da hasat zamanı ilkel bir yaklaşımla hoyratça yakılması işte burdan geliyor.
Kürt halkını açlıkla terbiye edeceğini zanneden devletler ve milletler yenildi her seferinde, ama Kürtlerin bunca acıya rağmen bir türlü ulusal bir birlik oluşturamaması da acıtıcı son derece.