Güneş bir açıyor, bir saklanıyor küskün bir çocuk gibi bulutların ardına. Yağmur yağacak mı yağmayacak mı bilmiyorum. Bilmenin bir çok yolu var oysa. Şimdiki nesil cep telefonundan bakıyor hava durumuna. Köydeki kadınlar güneşte kavrulmuş ve toprakta çatlamış ellerini gözlerine siper ederek bakardı göğe. Yağmura dair bir işaret varsa bunu hemen görür ve tedbir alırlardı. Yağmur başlamadan önceki o tatlı koşuşturma hep oyun gibi gelirdi bana. İzlemekle kalmaz, katılırdım oyuna. Bazen damda kurumaya bırakılmış meyvelere, bazı zamanlarsa iplere sıra sıra dizilerek balkona asılmış sebzelere koşardık. Şimdi düşününce güzel de, tatlı gelir miydi hakikaten onca işin gücün arasında o kadınlara da?
Yağmur başlayınca başka bir telaş başlardı. Kadınlar, en çok kadınlar, toprak damlara koşardı bu sefer. Başına eski bir ceket tutarak ayaklarıyla damdaki çatlakları kapatmaya çalışırlardı bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında. Şairin dile getirdiği gibi “evin her tarafına/ tencereler/ kapkacaklar serilir/ tıp tıp sesleri bütün eve yayılırdı/ ve kaplar boşaltılır/ boşaltılır/ ve tekrar boşaltılırdı…”
Kimileri hayvanları otlatmaya götüren çocuklarını karşılamaya giderdi, kimisi kaybolan ineğini aramaya. Kaybolmazdı o zamanlar hayvanlarını otlatmaya götüren insanlar yabanda yazıda. Kaybolsa kaybolsa en fazla bir buzağı kaybolurdu ve onu da yine kadınlar giderdi aramaya birbiri ardına aralıksız çakan şimşekler altında. Kimse korkmazdı tek başına olmaktan, bir yere bir başına gitmekten.
Yağmur yağdığında köyü toprak kokusu sarardı. Aslında toprak değil, köydü kokan. Doğup büyüdüğümüz, özgürce oynadığımız, ateşte çay demlediğimiz ve bir gün bunca uzağına düşeceğimiz asla aklımıza gelmeyen köyümüz. İnsanın aklına gelmeyen, başına gelirmiş derler. Bir arkadaşım, ölmesin diye annesi, her gün onun öldüğünü veya öleceğini düşündüğünü söylerdi. Ne büyük işkence…
Yağmurdan sonra güneş açtığında iğde kokardı köy zalimce. “Söylenmez iğde kokusunun her bardağa dolmadığı” der ya mezar başında bir iğde ağacı bulunan şair, insanlar iğdelere gerçekten değer verirdi.
Sonra bozuldu devran. Yavaş yavaş değil, ansızın…“Birden bire serçelerle indi yağmur/ hangisi yağmur/ hangisini serçe?” dediği gibi başka bir şairin. Eskiden köylüler yaşamını tarımla sürdürdüğünden ince çitlerle çevirirdi tarlalarının, bahçelerinin etrafını inekler, buzağılar girmesin diye. Bu çitlerin çoğuna iğde ağaçları dikerlerdi veya kendiliğinden biterdi ağaçlar. Şimdi köylerimizde iğde ağaçları kalmadı. Şehirlerden gelip köylere yerleşen ve bir tavuk dahi beslemeyen insanlar çitlerde çoğu kendiliğinden yetişen bu ağaçları söküp arazilerini dikenli tellerle çevirdiği için iğde kokmuyor artık yağmur sonrası.
Hep bizim suçumuz. Hep o şimdi özlediğimiz günlerde, tanrının Kürde armağanı run-toraqa burun kıvırdığımızdan. Şimdi geçmiyor değil mi elimize? Yoksa siz de getiriyor musunuz gizli gizli, her gittiğinizde memlekete? Getirseniz bile, sıcacık sac ekmeğinin arasındaki o tadı buluyor musunuz?
Her yıl kadın festivalininin olduğu gün yağmur yağar. Bu gün de yağış olur mu, bilmem. Meteoroloji olmayacağını söylüyor ve bu sene festival açık havada yapılmıyor. “Yağmurun üstümüzde hakkı vardır/ inandım” diyen şairin tersine, bu gün biz kadınların yağmurdan bir alacağı var…
Festivalde görüşmek dileğiyle…