Şafaktan önce kalkarlar,
otobüslerde yazarlar.
Elbiseler dönerek geçerken,
çamaşırhanelerde yazarlar
biri çoraplarını çalar.
Varsa bilgisayarda yazarlar,
yoksa kurşun kalemle,
mum boyayla.
Tutkulu olanlar ölünce,
içlerindeki gerçek taşta şöyle yazar:
Birazcığını yapabildin,
azıcığını…
Marge Piercy
Bir erkek yazardan bahsederken asla “erkek yazar” tanımı kullanılmaz, ama yazan bir kadından bahsedildiğinde, ilk kullanılan isimdir “kadın yazar.” Bu da, yazarlık mesleğinin günümüzde bile hala erkeğin egemenliği altında olduğunun açık bir kanıtıdır. Egemenler, (bunu kabul etmeseler de,) bir kadın yazarı görmez, görürse de hor görür. Bu nedenle de hep onları susturmaya ve görünmez kılmaya çalışır.
Kadınlar, yazma eylemini tıpkı diğer birçok alanda olduğu gibi yüzlerce yıl erkeklerin tekeline bırakmak zorunda kalmış ve kendileri birçok şeyi göze alarak yazmaya başladığındaysa, asırlarca yazar olarak kabul edilmemiştir. Yazma işinde erkeklerin aksine, kadınların önünde mutlaka birçok sorun olmuş; ailevi ve toplumsal sorumluluklar bahane edilerek, yazmaya “zaman” bulması mutlaka bir biçimde engellenmiştir.
Kadın tarihine baktığımızda çok acıklı bir manzarayla karşı karşıya kalırız. Durum gerçekten de içler acısıdır. Çağlar boyunca bırakın kadının yazmasını, bir kitaba ulaşmasına bile olanak verilmemiş, erkek egemen toplumlarda kadın, ev işlerini yapan ve ailenin soyadını sürdüren bir varlık olarak görülmüştür. Kadın sürekli kontrol altında tutulmuş ve onun adına bütün kararlar erkek tarafından verilmiştir. Erkek egemen sistem tarafından kadının kendisini eğitmesi, geliştirmesi, ses çıkarması her zaman engellenmiştir.
Geleneksel düşünce tarzının yanında, yazın dünyası da kadına zalimce bakmıştır. Örneğin; kadın yazar Charlotte Bronte’ye dönemin saygın (!) yazar ve eleştirmenlerinden biri olan Robert Southey yazdığı mektupta şöyle demiştir: “Edebiyat bir kadın işi olamaz ve olmamalıdır. Kadının esas görevlerine ayırdığı zaman arttıkça, edebiyata sadece kendini geliştirme ya da boş zamanları değerlendirme aracı olarak bile ayıracağı zaman azalacaktır. Bu görevler henüz sizden beklenmiyor ama beklenecekleri gün gelip çattığında, ünlü olmak için çok daha az istekli olacaksınız. Heyecanı hayal gücünde aramanız gerekmeyecek.”
Nietzsche kadınları tanrının ikinci hatası olarak görmüş, Schopenhauer ise kadınların adalet duygusundan uzak olduğunu iddia etmiştir. Başarılı kadın yazarların eserleri ya “biyografi” denerek küçümsenmiş veya “şans” denilerek görmezden gelinmiştir.
Bütün bunlara rağmen her çağda kadın yazarlar, kadına biçilen klasik egemen beklentileri yerle bir ederek yazma eylemini gerçekleştirmiş, mantığı zorlayacak şekilde cesaret göstererek erkek egemen sisteme karşı büyük bir mücadele vermiş ve otoriteyi durmadan sorgulayarak çağlara damgasını vurmuştur.
Demem o ki, kadın yazarları okuyun, onları destekleyin; çünkü onların pek çoğu çok zor şartlarda yazdı ve yazıyor. İçinden bir şey yazmak geldiğinde bir yere çekilip yazma konforu yok bir çoğunun. Çoğunun bir çalışma odası, özel bir yazı masası bile yok. Ancak diğer bütün işlerini hallettikten sonra yazabiliyor çoğu. Tam ilham geldiğinde ya çocuğu acıkıyor, ya biri çağırıyor ya da başka bir şey oluyor mutlaka. Bazen otobüste, trende, bazen mutfakta, bazen bir ağacın altında, bir taşın gölgesinde yazıyorlar genellikle ve yazarken de ya bir yere yetişmeye çalışıyor, ya yemek yapıyor, ya parkta oynayan çocuğunu izliyor veya nöbet tutuyorlar.
Koşullar ne olursa olsun vazgeçmeyip yazanlara selam olsun.