1973 yılında bir grup soyguncu İsveç’in başkenti Stockholm’de Kredit Banken’ı soymak ister, ancak soygun başarısız olur ve dört banka görevlisi altı gün boyunca rehin alınır. Soyguncular rehin aldıkları görevlilere iyi davrandıkları için bu süreçte aralarında olumlu bir ilişki gelişir. Polisin kendilerini kurtarmak için bankaya operasyon düzenleyeceğini anlayan rehineler soyguncuları uyararak onlardan taraf olurlar. Operasyon sonucu yakalanan suçlular aleyhine ifade vermeyi reddeden rehineler, kendi aralarında para toplayarak bir de onların avukat ve mahkeme giderlerini karşılarlar. Rehinelerden bir kadın nişanlısını terkederek ilgi duyduğu soyguncunun hapisten çıkmasını bekler ve sonunda onunla evlenir.
11. yüzyılın ünlü şairi Ömer Hayyam bu konuda şiirler yazsa da, 1947-48 yıllarında yazdığı ve 20. yüzyılın en etkili romanlarından biri olarak kabul gören ‘’1984” adlı yapıtında George Orwell, daha o zamanlar Wilson karakterinin kendisine işkence eden kişiye aşık oluşunu anlatsa da psikiyatrlar Stockholm’deki bu banka soygunundan esinlenerek rehinelerin gösterdiği davranışları ‘’Stockholm Sendromu” olarak adlandırdılar.
Bu sendromu yaşayan insanlar baskı ve tehdit altında yönledirilmelerini kendi tercihleriymiş gibi benimser ve bunları kendi istekleriyle yaptıklarını sanarak bilinçaltında kendi benliklerini savunup koruma eğilimi gösterirler. Böyle davranmazlarsa baskı yapan kişinin bunu anlayacağını zannederek kendilerinden intikam alma hissine kapılabileceğini düşünür ve zor kullanan kişiye bağlılığını her defasında bir kerte daha arttırırlar.
Stockholm Sendromu ne yazık ki sadece rehinelerde değil, arkadaşlar arasında ezilip hor görülen kişilerde, aşırı şiddet gören savaş esirlerinde, aile içinde kadın ve yaşı küçük çocuklarda ve son olarak görüldüğü gibi diktatörlükle yönetilen/ yönetilmek istenen ülke insanlarında görülüyor.
Sağlıklı, yani travmasız, sendromsuz ülkelerde şiddet olaylarında otorite hızla oy kaybedip iktidarı tehlikeye girerken Türkiye’de tam tersi oluyor.
Türkiye halkının yaşadığı travmanın şiddetini son genel seçimlerdeki oy oranlarına bakarak anlamak mümkün. Ülkede şiddet, terör ve buna bağlı olarak halkın yaşamını tehdit eden olaylar arttıkça muktedirin oy oranı hızla artıyor.
Bir paket makarnaya, bir torba kömüre çok yoğun bir minnet duyma hali, insanların yaşadığı travmanın şiddetini gösteriyor. Son dönemde halk baskı yapanı, zor kullananı suçlayacağına yandaş medyanın da yönlendirmeleriyle kendini suçlama yoluna gidiyor ve kendisine reva görülen her şeyi rasyonalize ederek akla uydurmaya çalışıyor. Çoğunluk zorbayı memnun etmek için elinden geleni fazlasıyla yapıyor; çünkü bilinç düzeyi düşük ve kaygı bozukluğu yaşayan bu insanlar yaşamlarının sadece ve sadece ona bağlı olduğunu zannediyor. Yoksa 12 Eylül Darbesi’nden sonra Kenan Evren ve şürekası tarafından hazırlanan askeri Anayasa’nın 7 Kasım 1982’de yüzde 91.37 ‘’evet” oyuyla kabul edilmesinin başka bir açıklaması olabilir mi?
Son olarak İzmir’de patlayan bombalar Türkiye’nin batısında mışıl mışıl uyuyan insanları uykularından etti. Genelde kırk yıldır Kürdistan’da olanları, özelde ise 24 Temmuz 2015 tarihinden beri Kürt şehirlerinde yaşananları; Amed, Suruç ve Ankara katliamlarını, Cizre’de, Şırnak’ta Sur’da yapılan katliamı aşan kırımları görmezden gelen, bir evin bodrumunda mahsur kalan yaralıların ‘’su heval, su!” çığlıklarına kulaklarını tıkayan laik-cumhuriyetçi, ‘’aydın” kafalı, kemalist/ulusalcı İzmirliler tatlı canları tehlikeye girince mırıldanmaya başladılar.
‘’Zayi olan” polisi sahiplenmekse İzmirli CHP’lilere kaldı. Ki bunları da Osmanlıların ve sonrasında Türklerin katlettiği, sürdüğü, ötekileştirip her daim hor gördüğü travmalı Rumlar ve Türk devletinin yıllardır Kürdistan’da sürdürdüğü kirli savaş yüzünden yerini yurdunu terkederek buraya göçen, varoşlarda yaşamak zorunda kalan ve taşeron firmalarda karın tokluğuna çalıştırılan sendromlu Kürtler oluşturuyor.