Köye geldiğimiz gece, bizimkilerin sabah Düzgün Baba'ya gideceklerini ve bunun için bizi beklediklerini öğreniyoruz. Telefonla arayıp sabah saat 06.00'da hazır olun diyorlar.
Yol yorgunluğu ve uykusuzluk nedeniyle gidelim mi gitmeyelim mi diye düşünürken gitmeye karar veriyoruz. Sabah 06.00'da çoktan hazırız, ancak 06.30'da yola çıkıyoruz. Yolda iki kurbanlık aldıktan sonra Dêrsim'in ihtişamlı dağları eşliğinde Düzgün Baba'ya doğru yol alıyoruz. Yol üzerindeki kalekollar dikkatimi çekiyor. Bir süre sonra kutsal mekânlardayız. Kurbanlıkları ordaki görevlilere teslim ettikten sonra birer çay içip dağın zirvesine tırmanmak için ayrılıyoruz.
Düzgün Baba'yı Dêrsim'li olan herkes bilir, ancak bilmeyen okurlarımız için kısaca yazayım:
Seyid Mahmud Hayrani'nin oğlu Şah Haydar Zargovit'te kendine bir ev yapar ve hayvancılıkla uğraşır. Kışın herkesin keçileri yabandan aç olarak gelirken onun keçilerinin gayet iyi beslendiğini gören babası bu durumu merak eder ve oğlunu takip eder. Görür ki Şah Haydar'ın elindeki çubukla dokunduğu meşe ağaçları hemen yeşeriyor ve keçiler meşe yapraklarını yiyorlar. Babası olayı öğrenince oğluna gözükmeden geri dönmek isterken keçilerden biri üç kez hapşırır. Şah Haydar keçiye "ne oldu, babam Derviş Mahmud'u mu gördün?" der ve arkasını döndüğünde babasının kendisine görünmeden uzaklaşmaya çalıştığını görür. Babasına ismiyle hitap ettiği için çok utanır ve şimdi Düzgün Baba Dağı olarak adlandırılan bu dağa çıkar, burayı mekân tutar. Mahcubiyetten dolayı dağa kaçtığı zaman ayağında kışın giyilen hedik (leken) varmış. Zargovit'ten Düzgün Baba Tepesi'ne kadar (5 km) üç adımda varmış ve bastığı yerlerde hedikler taşa iz bırakmıştır.
Şah Haydar eve gelmeyince annesi onu merak eder ve eşine rica ederek ona müritlerini gönderip durumunu öğrenmek ister. Müritler 2500 m yüksekliğindeki dağa çıkarak Şah Haydar'la görüşürler ve döndüklerinde "durumu düzgündür" derler. Bu "durumu düzgündür" lafı dilden dile dolaşır, asıl adı Şah Haydar olan bu zata "Düzgün Baba", yaşadığı dağa da "Düzgün Baba Dağı" denir. Buraya genellikle çocuk sahibi olmayan insanlar ve hastalar ziyarete gelir ve dertlerine derman ararlar.
İlk etapta tırmanılan yer çok yokuş olmasa da epeyce yoruyor. Haskar Çeşmesi'nde kısa bir mola veriyoruz. Rehberimiz bize çeşmenin hikâyesini anlatıyor: "Haskar, Düzgün Baba'nın kızkardeşi. Kötü niyetli insanların burada su içtiği görülmemiş, su hemen geri çekilir ve çeşme kurur." Şahit olduğu olayları anlatınca hepimiz de heyecanlanıyoruz, acaba su kuruyacak mı? İnsanın içtikçe içesi gelen buz gibi sudan defalarca içiyoruz, çeşme kurumuyor, aksine kayaların arasından ince bir çizgi gibi sızan su çoğalıyor, demek hepimiz de iyi insanlarız...
Yukarılara doğru yol alıyoruz. En arkada Ro, Siro ve ben. Ro daha 4,5 yaşında, Siro ise 3. Başlarında şapkaları, ayaklarında spor ayakkabıları tırmanmak için ısrar ediyorlar. Bir süre sonra Ro dökülüyor ve omuzlarda, sırtlarda taşınıyor. Siro hep yürüyor, her gördüğü otu, çiçeği, böceği soruyor: "Bu ne? Bu ne?" Taş toplayıp ceplerini dolduruyor, dağın tadını çıkarıyor. Öndekiler epey ilerledikten sonra bizi bekliyorlar. Onlara ulaştığımızda kalkıp yola devam ettikleri için hiç mola vermeden tırmanmaya devam ediyoruz.
Burası kekik kokan bir dağ, hemen her adımda dağ kekikleri ile karşılaşıyorum. Güneşte yanmış, kurumuş çiçekler kusursuz bir tablo gibi. Yolda bir karı-koca ve 6 yaşındaki kızları ile karşılaşıyorum. "Haq kabul etsin!" deyip onlara soruyorum:
-"Zirveye çıkabildiniz mi?"
-"Hayır!" diyorlar ve kadın anlatıyor:
-"Biz 7 yıl önce kurbanımızı şurda kestik (eliyle zirvenin eteğindeki eski kurban kesme yerini gösteriyor) Sonra kızımız oldu ve ondan sonra da hep buraya geldik, istese zirveyi de nasip ederdi, demek nasibimiz burdaymış deyip kabullendik." Kocası araya giriyor:
-"Düzgün Baba'nın her yeri zirvedir."
Kızlarının adını soruyorum.
-"Ekin" diyor kadın gülümseyerek. "Haskar takmamız gerektiğini sonradan ögrendik. Arada bir Haskar da diyoruz o yüzden." Erkek olsa ismini "Düzgün" takmaları gerektiğini ekleyeyim. Vedalaşıp ayrılıyoruz.
Zirveye doğru serin esintiler eşliğinde dar bir geçide gelip oturuyoruz. Her yer üstüste konulmuş dilek taşlarıyla dolu ve bu dağa mistik bir hava veriyor. Saate bakıyorum, 1,5 saat olmuş tırmanalı. Ro ağlıyor, kafası dizlerimde. Siro da yorulduğunu söylüyor. Zirveye varmamıza sadece yüz metre var ve orada Düzgün Baba'nın mezarı bulunuyor. Yukardan orta yaşlarda üç kadın gelip yanımızda duruyor. Tanışıyoruz hemen, Heskif'lilermiş. Hemen aşağımızdaki delikli taşı göstererek:
-"Eline üç tane küçük taş alıp şu kayadaki delikten geçebilirsen, hiç günahın yok demektir" diyor kadınlardan biri. "Her geçtiğinde elindeki taşlardan birini bırakıp bir dilek tutacaksın." Üç tane ufak taş alıp kayadaki delikten geçiyorum, her taşı bıraktığımda aklıma yüzlerce dilek akın edip, hepsi birbirine karışıyor. Ardından Siro denemek istiyor, deniyor ve başarıyor. Sonra Ro kalkıp delikten üç kez geçiyor.
Dağın zirvesinden Dêrsim'in coğrafyasına bakıyorum. Sıra sıra dizilmiş asi dağlar... Seyid Rıza'nın, Mazlum ve Delil Doğan'ların, Rahime ve Bâki Kahraman'ların, Şiyar'ların, Baran'ların ve nice isimsiz kahramanların şehri... Memleketimiz, çocukluğumuz, özgürlüğümüz... Anamızın ak sütü gibi helal Dêrsim...
Dêrsim'i belleğime bir kez daha kaydediyorum...
Biraz sonra ekibimiz tepeden iniyor ve biz en tepeye çıkmadan, inişe geçiyoruz. İnişin kolay olacağını zannedenler için, hiç de öyle değil, en az tırmanış kadar meşakkatli. Yolda yine bir kadınla karşılaşıyorum. Bana doğru şaşkın şaşkın bakarak:
-"İnanamıyorum, Hediye bu sen misin?" diyor. Haliyle şaşırıyorum ve gülümseyerek adımı söylüyorum ve ekliyorum:
-"Benim Hediye adında bir teyzem var ama."
-"Hangi köylüsün? diye soruyor kadın. Köyümü söylüyorum. O da oralı olduğunu söylüyor ve kendini tanıtıyor. Çocukluğumda gördüğüm ve sonrasında hiç karşılaşmadığım köylüm kimin kızı olduğumu öğrenince sımsıkı sarılıyor bana. Biraz konuşup ayrılıyoruz.
Yukarıda kızgın bir güneş var. Olsun, GÜNEŞ'i seviyoruz...
Şimdi tek hedefimiz Haskar Çeşmesi'ne varıp kana kana buz gibi sulardan içmek. Çeşmeye vardığımızda suyun başında oturan yaşlı bir karı-koca görüyoruz. Suyun kesildiğini söylüyorlar. Önlerindeki poşetin içinde bir kaç kola şişesine doldurulmuş suları görüyoruz. Burcu soruyor:
-Amca bunlar ne?
-"Bu İstanbul'a, bu İzmir'e, bu da Bursa'ya..." diyor yaşlı adam. Erdi kızıyor:
-"Su tabii kurur amca!" Amca anlatıyor:
-"Kalp hastasıyım, yukarı çıkmayı göze alamadım. Teeyyy sizinki de şimdi yürümek mi? Biz çocukluğumuzda bütün yolları yalın ayak yürür, bir gece de zirvede sabahlardık. Ama şimdi yaşlandık."
Amca suları alıp eşiyle kalkıyor. Biraz indikten sonra ayağı kayıyor ve bir süre aşağı doğru yuvarlanıyor. Ayağa kalkar kalkmaz ilk önce dönüp bizim bulunduğumuz yere bakıyor.
Erdi gülümseyerek amcaya el sallıyor.
Haskar Çeşmesi'nde bekliyoruz, biraz sonra su tekrardan akıyor, sularımızı içip ordan ayrılıyoruz.