1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen „Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Konvansiyonuna" göre soykırım: „Kasıtlı olarak; ulusal, etnik, ırki ve dinsel bir grubu tamamen veya kısmi olarak ortadan kaldırmak" olarak tanımlanıyor. Bu tanımı göz önünde tutarak Dersim'e gelelim. 1937/38 yıllarında Dersim'de yaşayan halk kendisini Kürt görüyor; Kürtçe'nin iki lehçesi olan Kurmanci ve Kirmanci (Zazaki) konuşuyor ve Kürt Aleviliği denen „KIZILBAŞ" inancını sürdürüyordu. Ayrıca Dersim Kürtleri 1930 yılına kadar, yüzden fazla Osmanlı ordusuna karşı başarılı direnip otonom yaşamını sürdürmüştür.
Türkiye; homojen bir toplum yaratmak için, I. Dünya Savaşı gölgesinde Ermeni halkına soykırım uyguladı. Bu soykırımdan kurtulmak için Dersim Kürtlerine sığınan pek çok Ermeniyi, Türk yetkililer istedikleri halde, Dersimliler onları bıçağın altına sürmeyip ölümden kurtardılar. Bu nedenle Türk milliyetçileri, Dersimlileri düşman gördü ve intikam almayı düşündü. Ayrıca Türkiye'de Hristiyan halklar bitirilmiş, kanla yaratılan devlet ideolojisi; „tek halk, tek ulus, tek devlet, tek dil, tek din-Hanefi mezhebi" harmonisine uymayan sadece Kürtler kalmıştı. Bu nedenle 1925 yılında „Doğu İslahat Kanunu" çıkartılarak Kürdistan'da zorla Türkleştirme işine girişildi. Kürtlerin buna karşı yer yer yükselen kimlik, anadil ve kültür talepleri, Kemalist hükümet tarafından askeri zorbalıkla bastırılınca, girmedikleri son yer Dersim kalmıştı. Türkiye, 1935 yılında „Dersim Kanunu" çıkarıp; Gümüş Kapı Dersim adını, Tunceli (Tunç Eli) olarak değiştirdi. Bakanlar Kurulu 4. Mayıs 1937 yılında Dersim'in işgali için askerine emir verip saldırıya geçirdi. Kemal Atatürk tarafından hazırlanan bu planla; Dersim Kürtlerinin fiziksel ve kültürel imhası hayata geçirildi.
Faşistler Guernica'ya bomba yağdırırken, Kemal Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'de Dersim'e atıyordu. Ne var ki, bu sırada dünya demokratları Franco, Hitler ve Mussolini rejimlerine karşı birleşirken, Türkiye'in arka tarafında yokedilen halktan kimsenin haberi olmadı. Türkiye, faşizmin gölgesinde savunmasız halka soykırım uygulayıp, yerel kaynaklara göre 70.000 insan katletti. Oysa Dersim Kürtleri; ne devlete karşı bir sorun çıkarmayı düşünmüş, ne de bir ayaklanmaya girişmişti.
Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan kamuoyuna; „Devlet, Dersim'de 50.000 kişi katletti." açıklamasını yaptı. Bu tavır övgüye değerdir, selamlanması gereken bir duruştur. Ancak Sayın Başbakan 50.000 kişinin katili devleti adına Kürtlerden özür dilemediği gibi, devlet arşivlerini açmadı. Türkiye, 50.000 Dersimlinin; kadın, çocuk, yaşlı, genç insanın ölümünden sorumludur. Devlet maksatlı olarak Dersim Kürt halkını imha ederken, geride kalanlara da orada yaşama olanaklarını da ortadan kaldırdı. Bu bir soykırım değil midir?
Türkiye herhangi bir ayırım gözetmeden Dersim'i bombaladı. Halkı zehirli gaz ile imha etti. O sırada Malatya Emniyet Müdürü olan ve Seyid Rıza'yı idam eden eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil bir mülakatında: „Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi.
Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler." Dersim'de, Auschwitz gibi endüstriyel olmamakla beraber, mağaralara sığınan insanlara karşı kullanılan zehirli gaz nedeniyle kitlesel katliam yapıldığı açıkça ortaya çıkmıştır.
Yahudi asıllı büyük tiyatro adamı George Tabori 5. Ocak 2000 yılında Süddeutsche gazetesine verdiği mülakatta: „Ben, Holocaustu bir defaya mahsus olarak görmedim. Kürtlere de benzeri uygulandı." Musevi halkın soykırımına „SHOA" 'Holocaust" deniyor, bizimkiler de TERTELE diyor. „Tertele Dersim„ İslamcı yazar Necip Fazıl Kısakürek: „Bu trajedi en aşağı 50.000 Müslüman'ın kanına ve canına neden oldu."(...) "Yusuf Cemil'in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır.
Öldürülenler arasında, Elazığ'da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor."(...) "Bu arada, Hozat'ın Zımbık köyünde William Shakespeare hayaline bile taş çıkartacak bir vaka cereyan etmektedir.
Erkekleri tamamıyla doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu aletle (süngü) öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirip büyütüyorlar ve ona 'Besi' adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde hayattadır. Sivri uçlu alet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ o yarayı topuğunda
taşımaktadır."(...)
Burada izninizle bir anımı anlatmak istiyorum. Annem; „Türk askeri şurada vadide odun topladı, (Duzgin Bava'nın eteğini işaret ederek) sonra kütüklere bağladıkları Kürtlerin üzerine gaz dökerek yaktılar. Ben seninle aylarca Alçek'in arkasındaki ormanda saklandım. Asker duymasın diye seni sürekli emziriyordum." Sonradan bu Kutsal Dağ Duzgin'in eteklerinde insan kemiklerinden harmanlar olduğunu bizzat gördüm. Bu korkunç katliamı her hangi bir gizliliğe meydan vermeden anlatan, 50.000 yakılan, kömürleşen cesetten bahseden Necip Fazıl Kısakürek, ne bir Kürt ve ne de Alevidir. O, bugünkü politik İslamın öncülerinden Erdoğan'ın ustasıdır.
Başarılı Türk subayları yanlarında en güzelinden binlerce Kürt kızı götürdüler. Son yıllarda bazılarının kaderi açıklanmış olsa bile, diğerleri hakkında bilgi sahibi değiliz.
Burada size babamın evinden 500 metre kadar uzakta olan zengin bir aileden bahsedeceğim. Use Mirç denen bu ailenin tesadüfen hapishanede kurtulan bir ferdi dışında düzinelerle diğer aile fertleri, hamile ve bebekler Dersim'in Nazımiye ilçesinde kurşuna dizilmişlerdir.
Sait Kırmızıtoprak adında sevdiğim arkadaşım vardı, yaz aylarında voleybal oynardık. Bunun Nazımiye-Civrak'ta oturan oldukça büyük Aliyê Gülavi ailesinden 54 kişiyi, sürgüne gönderme bahanesiyle toplayıp yola çıkarıyorlar.
Nazımiye'nin arkasında katlediyorlar. Sonra da nüfus kütüğüne „Salgın bir hastalıktan öldüler." diye kayıt düşüyorlar.
Alan Aşiret Beyi Sülü ve akrabaları Mazgirt'in arkasında katledildiler. Bu aileden bugün tek kişi hayatta değildir.Türk ordusu 1938 de sınır tanımayan brutalite ile Dersim'in üzerinden silindir gibi geçtikten, on binlerce insanımızı katledip, on binlercesini zorla Batı Anadolu'ya sürdü. Soykırımda bir paradigma değişikliğine girerek, sürgün edilen on binlerce Kürt; eritilmek için Türkiye'nin batısında halkın yüzde onunu geçmeyecek şekilde dağıtıldı.
Sonra, çok sayıdaki kışlalarını değiştirip okul haline getirdi. Bu kurumlara, memurların köylerden gelişigüzel topladıkları Kürt çocuklar doldurulup köpek eğitimine benzer „iyi Türk" olarak eğittiler. Babası ve dedesi öldürülen bu çocuklar; oldukça „başarılı" eğitimden geçirildikten sonra iyi Türk yapıldılar ki, devlet bunları kendi amaçları doğrultusunda yine Kürtlere karşı kullansın.Türkiye, Dersim'de uyguladığı Genozid'din ardından, güçlü bir tarzda Ethnozidi hayata geçirerek etnik temizlik yaptı.
Bu bir soykırım değil mi?
Yedi yaşıma geldiğimde, zorunlu olarak baskıcı dili, sömürgeci dili öğrendim.
Bunu öğrenirken gördüm ki; annemin dili insan dili değilmiş. Annemin dili ile bana ne ağlamak, ne gülmek izni veriliyordu. Konuşmak ise; zaten yasaklanmıştı.Annemin dilini, „insan olmayanların dili" olarak lanse etmiş ve varlığı yasaklanmıştı. Kim ki bu dilin insan dili olduğunu iddia eder; o, Türkiye'nin düşmanı; bir ajan, bir ihanetçi, bir bölücü, bir hayduttur, deniyordu. Oysa devletler arasında bölünen Kürtleri, ancak anadili bir arada tutabilirdi. Kürtler için anadil etnik çimentodur. Yaşamsaldır. Türkiye bunu da yok etmek istiyordu. Türk öğretmenler, bizlere evlerimizde Kürtçe konuşmayı yasaklamışlardı. Konuşanı sopa ile döverlerdi. Türkiye, beni vatandaşlıktan attı, mallarıma el koyup sattı. Ama herşeyden çok daha kötü olanı ise; benden paha biçilmeyen anadilimi almasıdır. Bu durum şüphesiz bir insana yapılan en büyük haksızlıktır. Bu nedenle kitaplarımı anadilimle değil, Türkçe ile yazmak zorunda kalıyorum.
Türkiye, Kürdistan'da herşeyi değiştirdi. Bütün Kürtçe coğrafi isimleri Türkçeleştirdi. Dersim'e; tunç-elli anlamında Tunceli adını verdi. Bütün Kürt köy adları, dağlar, nehirler Türkçeleştirildi. Ben bugün eski adlarıyla tanıdığım köylerin Türkçe isimlerini bilememekteyim. Türkiye bu suretle; Kürtlerin geçmişiyle şimdinin ve geleceğin köprüsünü ortadan atıyor.Türk hükümetleri maksatlı olarak Türk kimliğini Dersimlilere dayatıp, Türk olduklarını ve Horasan'dan geldiklerini iddia ettiler. Oysa Horasan'dan Kürt yerleşim bölgesidir, ordan ancak Kürtler gelir.
Her gün okulda hazırola geçip, gülümseyen yüz hatları ve gözlerle; ruhumuza kadar nüfuz ettirilen: „Ne mutlu Türküm diyene!" yemini yaptırdılar. Bizi bir „Yeniçeri" gibi eğittiler. Eğer bugün torunlarım hala bu rituelden geçiriliyorsa; Türkiye bu haliyle demokratik mi, insanın karar vermesi gerekir. Okullarda Türklük yüceltilip kahramanlık yükletilirken, diğer halkların görevi ise; Türklere hizmete indirgeniyordu. „Ne mutlu Türküm diyene!"„Bir Türk dünyaya bedeldir!" Bunlar ve benzeri parolalar Kürdistan dağlarının yamaçlarına ve bütün şehirlerde kocaman harflerle yazılıyordu. Bugün bile bunlar orada duruyor ve askerler tarafından korunuyor.
1938 yılından sonra Kürdistan'da bir mezarlık sessizliği yaratıldı. Dersim'de pek çok bölge on yıl süreyle yasak bölge ilan edildi.Biz arta kalan Dersimliler; her şey yok edildiğinden açlık ve imkansızlık içindeydik. Zorlu geçen kış aylarında erzakımız tükenmek üzereyken annemin korktuğunu iyi hatırlarım. Çocuklarını nasıl kurtaracağını, nasıl ilkbahara çıkaracağını düşünürdü. Pek çok çocuk açlık ve hastalıktan ölüyordu.
Katliam sonrası pek çok Dersimli çocuklarına „Kemal" „İsmet" ve „Mustafa" adını takmak zorunda kaldı. Baskı öylesine hudutsuz du ki, insanlar çocuklarını hayatta tutmak veya meslekte ilerlemelerini sağlamak için bu isimleri takıyordu. Dersim Kürtlerinin gözlerinde korku ve baskı öylesine büyüktü ki, korkudan olacak veya devlet memurlarından korunmak için adını soyadlarını değiştirenler oldu. Nüfus kütüklerini Batı Anadolu kentlerine aldıranlar oldu.
Böylece Dersim'in demografisi tamir edilemeyecek şekilde bozuldu. Oysa Dersim Kürtleri başlı başına etnik ve dinsel bir grup iken, bu özelliğini sonradan kuramadılar.
Kürtler, 1938 den bu yana sürekli tarzda memleketinden sürülmektedirler.
Türkiye, şimdi çok daha modern biçimde bu işi yapmaktadır: Dersim'de küçük bir nehir olan Munzur üzerinde 20 baraj yapmayı planlıyor, Peri Vadisini sular altında bırakıyor, askeri bombardımanlarla orman yakıyor. Son 30 yılda yalnız Dersim'de 300 köyü yerle bir eden Türkiye'nin bu imha politikası, Dersim Kürtlerinin %70 nin memleketinden kovulmasına neden oldu. Yurdu kaybettirilip, yabancı bir ülkede yaşamak zorunda bırakılanın ruhunda kırılmalar yaşanır. Her ne kadar güvencede yaşasa bile, bu durum asıl vatanını unutmasına yardım edemez. Çok iyi bilinir ki, bu insanlar diasporaya; taravmatik acılarını, hatıralarını birlikte götürürler. Diasporadayken; Türk ordusu tarafından öldürülen bir akrabası veya bir arkadaşının haberi veya tanıdığı yakılan yıkılan köyün, yakılan ormanın haberini alınca ruhunda yeni kırılmalar meydana gelir. Dersim; benim vatanım, Dersim; benim varlık nedenim, anadilim, Dersim; insanı ve doğayı sevme anlayışım demektir. Dersim; aynı zamanda benim travmamdır. Benim vatanım ise; anadilim, kimliğim ve kültürümdür.
Şimdi tümü reel bu anlatımdan bir sonuç çıkaracak olursak; görürüz ki, Türkiye hükümetleri amaçlı olarak; Kürtçe konuşan, Alevi inancı taşıyan ve otonom yaşayan Dersim Kürtlerinin etnik ve dini birliğini kökten yoketmeye çalışmıştır. Türkiye, Dersim Kürtlerini kitlesel katletti. Türkiye, onları vatanından sürdü. Türkiye, asimile etti. Bugün bu durum soykırımdaki paradigma değişikliğiyle sürüyor. Anadili anayasal yasak altında ve okullarda öğrenmeyen Kürtler hala soykırım altındadır. Bu nedenle Türkiye'ye ve Türk halkına çağrım; yeryüzündeki diğer devletler gibi, yaptıkları ve süren soykırımı tanıyıp, Kürtlerin temel haklarını vermek olmalıdır.
https://twitter.com/#!/yazarhaydarisik
https://www.facebook.com/haydar.isik2