Recep Erdoğan, iç ve dış düşmanların haksızlığı yüzünden, aradığını bulamamış umutsuz ve bezgin Türklerin kurtarıcısıydı. Derken, esir düştüğü Osmanlıların kalem tutmasın, yazamasın diye elini ezip sakat bıraktığı Cervantes’in yarattığı Don Kişot’un “arabesk” tipolojisi olarak, dünyaya eğlencelik oldu.
O, Türkün gücünü dünyaya göstermek için, gittiği yerlere insan dövücülerini de beraber götürendi. Yer yüzünde başka benzeri yok, ama onun özel dövücüleri Ekvator’dan sonra Washingtan’da da kalitelerini sergiliyorlardı.
Cervantes’in Don Kişot’u da, yaşadığı dünyadan kopuk, ona yabancıydı. O, hayalleri ile yaşıyor, kurguladığı olayları gerçek sanıyor, elinde tahtadan uzun mızrağı, başında lazımlıktan miğferiyle, kötülükler saçan iç düşman olarak gördüğü yel değirmenlerinin pervanelerine saldırıyor, tepetaklak havada uçuyordu.
Don Kişot’un tahtadan mızrağına karşılık o, minareyi süngü yerine koyuyor, Don Kişot’una lazımlığına karşılık da cami kubbelerini miğfer yapıyordu. Bağdat’ın fethi için, Irak içlerine ajanlar salıyor, Mağrip’te (Libya, Tunus), Nil deltası Mısır’da hayali düşmanla savaşa girişiyor, sevgili halkına, insan kesen, diri diri yakan barbarlar, bebek yaştaki kızlara tecavüz eden sapıklar, hırsız ve talancılardan oluşan İslamo Faşist çetelerin Suriye’yi ele geçirmesinden sonra, Şam’da “Allaha şükür namazı kılma” sözü veriyor, İsrail devletini yerin dibine batırıp Filistin’i inşa etmeyi müjdeliyordu.
Bütün bunlar, kurduğu hayalleri gerçek sanan bir adamın hezekleşmiş hezeyanlarıydı.
İşin korkunç yanı, ülke nüfusu yarısının şevkle peşinden gitmesiydi. En korkuncu, bu nüfus kalabalığının kan dökücülükten, yani savaştan zevk alıp, ölüm ve öldürmeyi kutsayan adamın peşinden gitmesiydi…
Dünyada, benzer başka halk yoktu.
Ancak, Recep’in hayalleri, çöldeki optik yanılgı olan seraptan ibaretti. Hayalleri gerçeğe çarpıp parçalanmış, Mağrip’ten kovulmuş, Irak’a, Suriye’ye uzaktan baka kalmıştı.
Bunun üzerine kan görme meraklısı yandaşlarını mutlu etmek için, içe dönmüş, kora basmış, ayağı yanmış delinin “yandım ha yandım” diye feryat etmesi gibi, “bayrağım da bayrağım” diye naralanıyor, mahalle ve köy muhtarlarını sarayda toplayıp, onlar aracılığıyla sevgili halkını Kürtlerle savaşta, “şehit olmaya” çağırıyordu.
Ama, “oğullarım, damatlarım da ölsün” demeden, “bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak, uğrunda ölen varsa vatandır” uydurmasını tekrarlayarak…
Başkalarını ölüme gönderirken, onun oğulları, kızları ve damatları sarayların, köşklerin, sahip oldukları gemilerin, içinde çocukların ırzına geçilen vakıfların, sahip oldukları arsalar, binaların, hizmetteki uçak ve arabaların keyfini çıkarıyorlardı.
Ve, Suudi Arabistan Kralının sarayında, cepheden yeni dönmüş gibi büründüğü kıyafetiyle 23 Nisan’ın çakma asker çocuk hallerini canlandıran General Hacı Hulusi Akar’ın ordusu, Kürt şehirlerini muhasara ediyordu. Günler, haftalar, aylar süren tanklı, toplu, helikopterli kuşatmadan sonra, şehirlerinin varoşlarında, müsameresel zafer şenliği düzenliyor, Türk bayrağı asıyor, manzumeler haykırıp, mehter marşı çalıyorlardı.
Kendini Başbakan sanan ve ağlamaklı durması gereken yas tutma ayinlerinde de deli gülen Davutoğlu da, bir koşu zafer namazı kılmaya gidiyor, Amed’de Ensarioğlu’nun düzenlemesiyle koruculara, paralı dinleyicilere kendini alkışlatıyordu.
Ancak, top ve tanklı gösteri, gerçekte Kürdistan’dan kovulduklarının resmiydi. Erdoğan’ın büyük yenilgisi...
Çünkü bayrağın duvarda asılı kalma ömrü, tanklar, topların nöbet süresiyle sınırlıydı. Sonrası yoktu. Kürdistan Kürtlerindi. Tanklar ve toplar da işgal gücüydü.
Asıl yenilgi ise Rojava cephesinde yaşanıyordu. Yer yüzündeki bütün Kürtlere savaş açan, Rojava’ya da musallat olup “terörist” diyen Erdoğan, gittiği Amerika’da geri adım atmak zorunda kaldı. Orada yere kapaklanıp, tehditlerini yuttuktan sonra Başkan Obama’nın kabul ettiğini aktarıyordu.
Öte yandan, onun “terörist” dediği Rojava Kürtlerinin temsilcisi PYD Rusya’dan sonra Çek Cumhuriyetinde de temsilcilik açtı. Önümüzdeki günlerde Danimarka, Norveç ve Fransa’da bayrağı damgalanacak. Amerika ise sıradaydı.
Boşuna, devir Kürdistan’ın çağıdır denmiyor. Çünkü barbarlığa karşı mücadeleleriyle çağa renk ve dinamizm katandır, onlar. İnsan oğlunun üstün değer yargılarına, saygıları nedeniyle saygı görendir…