Recep Tayyip Erdoğan, asabi baba tarafından, zaman zaman ayağından gecekondu tavanına da asılıp dövüle dövüle, özenle eğitilmiş bir “değerli Türk büyüğü"dür.
Kendisi, çöplüğe dökülecek kadar bayat, bir kısmı küflü simitleri, yok fiyatına alıp evde annesine ısıttırdıktan sonra, sokaklarda maniler söylercesine “taze" haykırışlarıyla satarak, “kazanç bilir bir deha" olduğunu, dibi delik pabuçlu simitçi çocukluk çağlarında kanıtlamıştır.
Adli sicil defterine de, başkasının arazisine el koyup üstüne gecekondu kondurmaktan yazdırmıştır. Devlete ait para işlerinde yolsuzluk, kalpazanlık gibi suçlamalar daha sonra gelmiştir.
O şimdi devlettir. 80 milyonluk ülkenin tartışmasız tek efendisi, nimetlerin Sultani hükümdarıdır. Bütün adamlarıyla yiyip içtikleri, altından girip üstünden çıktıklarından arta kalanlar öteki Türklerindir.
Kürtlere ise hiç bir şey değil, onlara düşen bomba yıkım, yangın ve ölümdür.
Kürdistan kan içinde. Ortalıktaki ölüm kokusu, yangın, yıkım artıkları Türk ırkçılığına şeref madalyasıdır.
Türk ırkçı kalabalıklar, Kürt kanıyla sevindirilirken, geride, kamyonlarla taşındığı halde bir türlü sıfırlanamayan dolar cinsinden, hırsızlık servetleri yığılıyordu. Hırsıza dokunan savcı ve polisler, anında hapsi boyluyordu.
Öte yandan ironik “lüküs hayat" görgüsüzlüğün şahikasıydı. Erdoğan, yakın dostları Arap Emir ve Şeyhlerine özenir gibi, halkın parasıyla satın alınmış bir düzine makam uçağının, bir kaç helikopter, sayısını kendisinin de bilmediği kadar çok miktarda zırhlı Mercedes arabanın Sultanıydı.
Biri 1150 odalı, üçü Osmanlı görgüsüzlüğünün şatafat sembolü dört Saray, iki köşk, bir Kasr ile devasa bir yat onun rahatı, huzuru için tahsislidir.
Kendisi de bunca zenginlik içine ne oldumun delisi havalarında, ne zaman, nerede kalıp hangi koltuğa, kanepeye ilişeceğine, hangi yatağa gireceği kararlığından şaşkın ve de sonradan görme herkes gibi “bütün bu azametli ben miyim?" havalarındaydı.
Tekmil orduların, savaş aygıtı polis güçleri, korucu taburları ve MİT’in özel savaş timlerinin başkomutanı olarak, yaşadığı ve günün birinde yaşayacağı ihtimal dahilinde olan saraylarını, köşkleri ve kendisiyle aile bireylerinin hayatını bilinmeyen düşmanlarından korunması için, bazı küçük Avrupa ülkelerinin ordusuna denk miktarda (3 bin kişi) bir polis gücü beslenmektedir.
Daha ilk gün, “ben Anayasaya uymam, Anayasayı bana uydurun" dediği için, görev ve yetkilerini kendisi belirlemiştir. O günden beri Anayasa yok, duruma, ruh haline göre değişen karar ve emirleri vardı.
Anayasa kafası nasıl eserse öyledir. Onun için, hükümete ait olması gereken yetkiler, onun avucundadır.
"Tarafsız kalacağına dair namusu ve şerefi üstüne" yemin ettiği halde, tarafsızlığın “t"sini bilmez. Seçim sonuçlarını beğenmeyince, “yeni baştan" diye buyurur. Seçilmiş Kürtlerin tutuklansını emreder. Kürtçe müziğin yasaklanıp aletin tutuklanması için, “İçişleri Bakanıma talimat verdim" diye övünür.
Kararlarını sevmediği yargıçları üflercesine uçurur. Anayasa mahkemesi başkanını “sen kimsin ya, haddini bil" azarıyla hizalar. Hoşlanmadığı yazarlar ve gazetecilere “vatan haini, alçak, edepsiz, terbiyesiz" sövgüleriyle girişince, anında tutuklama gelir.
Halkın parasından, kendisine 1,5 milyar liralık örtülü ödenek tahsis etmiştir. Bu fondan, günde ortalama 4 milyon lira (bir milyon dolardan hazla) harcamaktadır. Paranın nereye gittiğini, kime, neye ve niçin harcandığını kendisiyle şürekadan başka bilen de, hesap soracak da yoktur…
"Gulu gulu Türk"ün deyimiyle, “yanilerin yanisi" Erdoğan, köleler ülkesinin efendisi edalıydı. Devletin kendisiydi. Her şey, tekmil kurum ve kuruluşlar onun kontrolü altındaydı. Bir coğrafyadaki bütün çarklar, onun işaretiyle uyum içinde işliyordu.
Ama yetmiyor, yetinemiyor. Günün birinde (olmaz ya) belki birileri çıkar (elbette kırım, kıyım ve cinayetlerin hesabı olamazdı) ve hesap sorar korkusundan, kendisi ve şürekasını güven çemberine almak muradındaydı.
Onun için, yeterli bulmadığı "Türk tipi demokrasi"nin deli gömleğinden kurtulup, "Türk tipi diktatörlüğün çıplak haline" geçmek istiyordu. Bu amaçla Pazar günü Anayasa değişikliği oylamasına gidiyordu.
Eğer oylamada “evet" çoğunlukta olursa, Recep beye hayat boyu hükümranlık kapısı açılacak, ayrıca Türk Faşizminin “tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak" dörtlemesine “tek lider" eklenecek ve rejim Hitler ve Mussolini’nin ruhuyla bütünleşecek.
Bu halde, Kürtlerin halleri mi? Hiç bir şey. Kürtlerin direnişi dahil, gelecek gün, geride kalanın devamı olacak yine…
Kürtlerin Pazar günü sandıkları, "xêr, na, niç û hayır" ile doldurmaları ise onurlu direnişlerinin gereğidir. “Seba haysiyeta xwe keremke xelkê min, dîsa ’nexêr’ bêjin!..."
Önemli bir engel çıkmazsa, gelecek yazıda konuya devam edeceğiz…
Politika