Süleyman Demirel liderliğindeki Adalet Partisi (AP) iktidarı polisi bir gece yarısı, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) parlamento binasındaki grup odasını basıp arama yaptığında, CHP lideri İsmet İnönü, “eşkıyanın, yarın gece ne yapacağı belli değildir“ unutulmaz sözünü söylemişti.
Bu söz, aynı zamanda Demirel’in, yeni adımlarını engellemişti.
Daha sonra, süngü dürtüklenmesiyle iki kere iktidardan düşecek Demirel, TİP bürolarına baskın ile bir darbeyi deniyor, ama İnönü faktörü karşısına çıkınca, girişimi akim kalıyordu.
Henüz kurulmayan bir üniversiteden aldığı diploma suretiyle, Cumhurbaşkanı olan Recep Erdoğan ise eski bir lümpendi. Mahkemece, kuyruğuna bağlanmış kalpazanlık dosyası ile Başbakan olmuştu. Bu ve hakkındaki dosyalar karıştırıldıkça, “seçimle gelen, seçimle gitmelidir“ diye bağırıyor, bağırtısı ta arş-u alaya uzanıyordu.
Ama fikir, tutum kalpazanlığına bakın ki, aynı evrede, Kürtleri parlamento dışına atmayı öngören diktatörlüğün “perpirik“ taşlarını döşemekle meşguldu. Bunun için, genel hava da uygundu. Çünkü, Erdoğan Türk ırkçılığını azdırmış, Kürt düşmanlığını “Türkün beka“ meselesi haline getirmişti. Karşısında, 1960’larda Demirel’i durduran, İnönü gibi faktör de yoktu.
CHP‘nin başında oturan Kemal Kılıçdaroğlu, kendini hala Maliye memuru sanıyordu adeta. Orhan Kemal’in “terbiyeli memuru“ Murtaza gibi, açıktan açığa “büyüklerimden aldım kurs, gördüm terbiye“ demiyor, ama “en haşin Türk milliyetçisi“ görünme pazarında Erdoğan’a karşı da durmuyor, tersine ona payandalık ediyordu.
O nedenle Recep Erdoğan, Birleşmiş Milletler ana sözleşmesine göre, insanlığa karşı suç olan ırkçılığı ilişkin hamlelerini, tek tek hayata geçirebildi. Ardın vakit geçirilmeden, bir gece yarısı, elde balyoz, evinde uyuyan Kürt lider Selahaddin Demirtaş’ın kapısına dayandılar.
Bu kırılma noktasıydı. Türk tipi demokrasinin de sonuydu. Parlamentoda, sayıca üçüncü büyük parti olarak yer alan ve 6 milyon kişinin oyunu almış bir lider, bir kalpazan, hırsız ve kırım emirleri vermiş bir çetebaşı gibi kelepçelenerek hapishaneye götürülüyordu.
Bu, Hitler’in “Kristal Gece“si gibi bir başlangıçtı. Bir kaç gün içinde, bütün Kürt seçilmişler, toplama merkezlerine kapatılmışlardı.
Bunlar olurken, günün birinde kendisine de sıra geleceğini hesaplayamayan CHP’nin lideri suskun, kamu vicdanı sağırdı. İyi günlerde, nimetlere koşanlar, toz olmuş, havaya karışmışlardı. Kürtler için ise “hewar“ günleriydi. Onlar, Kristal Gece’nin mağduru Yahudiler gibi yalnızdı. Yahudiler gibi sözlerini söyleme olanakları yoktu. Sokağa çıktıklarında zırhlı araçlar, zehirli gazlarla takviyeli silahlı güçler pusuda bekliyordu.
Bundan sonra çete devletinin terörü, can almaya başladı. Şehirler, insan başına yıkıldı. İnsanların diri diri yakıldığı katliamlar yaşandı. Ve yine, Kürtler yalnızdı.
Eşkıya, dün gece de, Amed‘de, Mardin ve Wan’da hükümdardı. Aynı saniyeler hesabıyla üç Kürt şehrin belediyelerini, hafif tanklar, zırhlı savaş araçları, en son üretim seri atışlı makineli tüfek ve füzelerle takviyeli Türk savaş güçleri tarafından kuşatmaya alındı.
Üç şehir de, o sırada uykuda, Belediye binaları boştu. Bırakın, vazgeçin herhangi bir direnişçinin varlığından, içerde bir kedicik bile yoktu. Ama, “bir Türk dünyaya bedel“di. Maksat, terör rüzgarları essin, korku yayılsın diye, polis ve askerler, boş binalar füzelerle savunulan bir kaleymiş gibi mevzilendiler. Çevredeki çimenlikler, park, bahçe ve parke döşeli sokaklar boyunca yerde sürünerek, ani sıçramalarla dört ayak vaziyeti alarak, yerde sürünüp ani akrobatik hareketlerle taklalar atarak, kapılara dayandılar. “Allah Allah“ diye IŞİD ruhunu çağırarak kapıları balyozladılar. Çok geçmeden düşman kalesi ele geçirilmiş, Recep Erdoğan’ın geçenlerde havaya üfürdüğü, “bu sene, Ağustos zaferlerine, yenisi eklenecektir“ sözü gerçeğe dönüştürülmüştü. 19 Ağustos zaferinin bayrağı, aynı anda Amed, Wan ve Mardin belediyelerinin önündeki direklere çekilmişti.
Bu arada Amed Belediye Başkanı Dr. Adnan Selçuk Mızraklı, Merdin Belediye Başkanı Ahmet Türk ile Wan Belediye Başkanı Bedia Özgökçe Ertan emirle görevden alınmıştı.
Adnan Mızraklı, ertesi gün görevden alma emri kendisine sunulduğunda, imzlamalayı reddediyor, evraka şu notu düşüyordu:
“Bu belgeyi, bana iradeyi veren halk adına imzalamayı onursuzluk addederim.“
Olayın özüne gelince: Çete darbesi sürpriz olmadı. Bir bakıma, barbar ne zaman harekete geçecek diye merak ediliyordu.
Atatürk soykırım köprüsünden de geçmiş, bugünlere gelmiş Kürtler açısından ise değişen bir şey yok. Oyları çalınıp gasp edildi. Seçilmiş çocuklarının haklarına el kondu. Ama ilk değil bu. Bir mücadele, onur savaşımıdır, yürüyen. Mücadeleye devam, bu da geçecektir.
Kürtler bugün, düne oranla çok daha güçlü. Dünlerde kaybedilecek belediyeleri de yoktu.
Kazanımların gasbı, sadece kin ve öfkeyi bileleyip, kavileştirecektir. Kürtler, bu eşkıyalığı unutmayacaklardır.
Ve ayrıca, ilk defa Barolar ve CHP’den, mağdura destek sesi çıkıyor. Saadet Partisinden bile…
Bu sesler çok önemli. Demek, insani uyanış var.
(Ö.Politika)