Lütfen bekleyin..

Ferhat Tunç

Altı Başlıkta Yaşadığımız Karanlığın İzahı

22 Mayıs 2019, 11:15

''Birkaç yılın ardından da değişen bir şey yok; Dersim’de binlerce hektarlık ormanlık alanlar, canlılar Türk ordusunun bombardımanıyla yok edildi.''

SEÇİMLER

AKP hükümeti, şimdiye kadar hep sandık demokrasisine inandığını söylüyor ve meşruiyetini de buna bağlıyordu. Ne var ki ülkenin en büyükşehirlerini sandıkta kaybetti. Şimdi de bu kararı tanımada ayak diretiyor ve hep övdüğü güvenli seçim sistemi için muhalefetin hile yaptığını ileri sürüyor. Oysa seçim hileleri denildiğinde akla kendisi geliyor; seçmen kaydırmadan devletin haber ajansı Anadolu Ajansı’nın manipülasyonlarına kadar. Çoğu Kürt bölgesinde halktan çok asker-polise oy kullandıran da kendisiydi. Zaten sandık demokrasisine inanmadığını da kayyum atamalarından biliyoruz.

NEFRET SÖYLEMİ

Nefret söyleminin her alanda ve kademede bir karşılığı mutlaka var ama bu Türkiye’de devletin en üst merci tarafından kullanılıyor. Terörist, çete, bölücü gibi ithamlarla muhalefeti hedef alan Erdoğan ve hükümeti nefreti körüklüyor. Son seçimlerde daha ileri giderek “dinsiz” olarak lanse etti mesela HDP’yi, Kürtleri. Her şeyden önce çoğunluğu Müslüman bir ülkede bu türden hedef almalar nefreti din eksenli yaygınlaştırıyor. Öte yandan Türk anayasası İslam veya herhangi dine mensup olmayı şart koşmazken, Erdoğan’ın bu söylemi kullanması farklı inançlardakileri de bizatihi hedef haline getiriyor. Dolayısıyla inançlı veya inançsız herkese yönelik sırf Erdoğan’a biat etmediği için din gibi hassas bir alan kullanılarak nefret suçu işleniyor. Kadınlar, 8 Mart’taki yürüyüşünde polisi ıslıkla protesto etti ancak o sırada ezan okunuyordu; Erdoğan için bulunmaz hint kumaşıydı ve kullandı; kadınlar ona göre ezanı protesto etmişlerdi!  Bu dil ve anlayışla mücadelede muhalefete çok görev düşüyor. Muhalefet Kürtlerin, Alevilerin adını anmaktan, haklarını tanımaktan çekinmemeli.

KÜRTLERE KARŞI İNSANLIK SUÇLARI

AKP hükümetinin çözüm süreci masasını devirmesinden sonra Kürt halkı ve şehirleri ciddi insanlık suçlarına uğradı. Yaşlı kadınlar sokak ortasında katledildi, Cizre’de bodrumlarda siviller katledildi, buzdolabından çocuk cesetleri çıktı. 35 günlük bebekler katledildi. AKP’nin Kürt şehirlerine saldırdığı dönem ‘sokağa çıkma yasağı’ uygulandı ve sağlıkçılar, ambulanslar çalışamadı. 75 yaşındaki Mehmet Erdoğan ekmek almaya fırına giderken panzerden açılan ateşle öldürüldü. Bünyamin İrci 14 yaşındaydı, amcasının evine su götürürken panzere alınıyor ve öldürülüyor.  İnsanlar gibi tarihi kentler de AKP’nin saldırılarından nasibini aldı; bombalanarak yok edildi. Halihazırda Şırnak’ta seçimleri kazanması da bununla ilgili; halk ya öldürüldü ya da zorunlu göçe maruz kaldı.

Birkaç yılın ardından da değişen bir şey yok; Dersim’de binlerce hektarlık ormanlık alanlar, canlılar Türk ordusunun bombardımanıyla yok edildi.

Kürtlerin canı gibi iradesi de seçilmişlerin tutuklanmasıyla, kayyum atamalarıyla yok sayıldı. İlçelerini, şehirlerini yönetmeleri için seçtikleri kişiler ispatsız, mesnetsiz iddialarla görevden alındı, tutuklandı. Bunlar, Kürt halkının seçme hakkını elinden alma anlamına da geliyor.  

KÜLTÜR SANAT

Türkiye sanatçılar için de özgür ve güvenli bir ülke olmaktan çıktı. İktidar hem kendisine biat etmeyen sanatçılara siyasi olarak baskı yapıyor hem de sanat üretmek isteyenlere desteğini kesiyor. Kurumlar da iktidardan etkileniyor ve onlar da desteklerini esirgiyor. Mesela güncel bir örnek vereyim: gerçekten sanat yapanlara engeller konulurken, Kültür Bakanlığı’nın, bu dönem en büyük maddi desteği verdikleri arasında TRT’ye dini programlar hazırlayan Mans Medya’nın projesi ve AKP yandaşı olduğunu gizlemeyen sinemacılar var. Konser alanları, sahneler eğer AKP’li belediyedeyse zaten size uzak yerlere dönüşüyor.

Saray’ın yanında değilseniz ya yok sayılıyor ya da hedef alınıyorsunuz. Muhalif bir oyunda oynadığı için tutuklu tiyatrocu bile var Türkiye’de. Dolayısıyla bilim insanları, siyasetçilerle birlikte sanatçılar da sürgüne çıkmak zorunda kalıyor. Sanatçılar karanlığa karşı sözlerini, üretimlerini sakınmazlar. Yurt dışına çıkmak zorunda kalan ben de IŞİD’e karşı mesajlarımdan dolayı da yargılandım ve hapis cezası aldım.

İNSAN HAKLARI İHLALLERİ VE GAZETECİ TUTUKLAMALARI

İnsan hakları ihlalleri denildiğinde akla ilk önce Kürtler gelirdi. Yine büyük oranda tablo böyle ama Kürtlere karşı ihlallere sessiz kalınması, ülkeyi bütün olarak antidemokratik uygulamalara sürükledi. Yine Cumartesi Anneleri gibi, devlet tarafından oğullarını kaybeden kadınlara da artık eylem yasağı getirildi. Mesela “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla da Erdoğan’a hafif ya da ağır eleştiri getiren herkes tutuklanmaya başladı. Halihazırda 200’den fazla gazeteci Türkiye’de tutuklu. Bunların tamamı mesleki faaliyetlerinden dolayı cezaevlerinde. Çoğu gazeteci de sürgünde ya da kaçak yaşamak zorunda bırakıldı. Erdoğan rejimi, gazetecilik mesleğini sormayan, sorgulamayan, kurcalamayan bir alana sıkıştırmak istiyor. Akademi alanını da doğasına aykırı bir biçimde buna dönüştürmek istiyor ve bilim üreten yüzlerce değerli akademisyen savaşa karşı bildiri yayımladıkları için ihraç edildi ve davalarla boğuşuyor ya da ülkeyi terk ettiler.

Türkiye’de halkın seçtiği HDP milletvekilleri, belediye başkanları tutuklu. Somut hiçbir dayanağı olmadan tutuklular.

AÇLIK GREVLERİ

Abdullah Öcalan’ın önemli süredir avukatlarıyla, ailesiyle görüşmesi engelleniyor. Gerek evrensel hukuk gerekse Türk anayasasına göre cezaevindeki her kim olursa olsun, tecride tabi tutulamaz. Dolayısıyla tecridin en başta hukuksuz olduğunu söylemek lazım. Türk hükümetinin kendi anayasasını da çiğniyor. Öcalan ile görüşülen, müzakere edilen dönemde ülkedeki iklimi çok iyi hatırlıyoruz. Cenazenin gelmediği, fikirlerin demokratik ölçüde tartışmaya açıldığı bir dönemi yaşadık. Sadece Kürt sorunu değil, toplumsal birçok başlıkta da Türkiye demokrasi şansına yakınlaşmıştı. Türk kamuoyunun önemli kısmı da Öcalan’ın barış için rolünü kabullenmiş ve asker aileleri de nefes almaya başlamıştı. Avrupa standartlarının da ciddiye alındığı bir ortam oluşmuştu.

Dünyanın her yerinde böyle meselelerde fikirlerin öne çıkması engellendiğinde, barış için rol oynayanların sesi kesildiğinde kaos ortamları meydana gelmiştir. Ne yazık ki bu diyalektik Türkiye’de de bozulmadı ve siyasi heyetler aracılığıyla demokrasiye, çözüme dair fikirlerini paylaşan Öcalan’a tecrit başladığında savaş da başladı. İki taraftan da cenazelerin geldiği bir karanlık iklime geri dönüldü. Böylesine hayati bir meselede hukuksuzluğa başvuran AKP hükümeti, artık hukuksuzluğu tüm ülkeye yaymaktan çekinmedi ve siyasetçilerin, gazetecilerin tutuklanmasından, düşünce özgürlüğünü kullanan herkesin baskı altına alındığı bir döneme geçildi.

Tecridin kaldırılmasını isteyen Leyla Güven ve binlerce tutsak, bu talepleri şahsında Türkiyeyi demokratikleştirme mücadelesi veriyor. Kabul görmesi zor bir şeye değil, Türkiyeyi kendi hukukuna uymaya çağırıyorlar. 7 bin civarında tutsağın hayatı da açlık grevleriyle birlikte tehlikeye girdi. İnsanlar demokrasi için, hukuk için canlarını ortaya koyuyorsa, bu, hepimiz için utanç kaynağı sayılmalı.

Bu haber 545 kere okundu
  • Bu haberi paylaşın:
UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik ve tamamı büyük harfle yazılan yorumlar onaylanmamaktadır.