Tarih boyunca feodalizme ve despotizme kitle tabanı yaratılmaya ve karabaskı yönetimlerine sağlam temeller bulunmaya çalışılırken, en çok kullanılan araçlardan biri mezhepler ve dinler, daha geniş bir söyleyişle inanç sistemleri olmuştur.
Sınıflı toplumlarda dinsel inançlara damgalarını vuran ve dinsel inançlara kendi çıkarları doğrultusunda bir içerik kazandıran egemen çevreler; hemen her çağda ve dünyanın her yerinde bu kurumları kendi sınıfsal ve zümresel çıkarları için kullanmışlardır. Kitleleri koşullandırmada büyük bir yeri ve etkinliği bulunan bu kurumlar, yine her dönemde egemen üretim ilişkilerine ve mülkiyet biçimlerine uyarlanmış ve devletin politikasına uydurulmuştur.
Çağdaş düşünce sistemlerinin ve değer yargılarının yerleşmediği dönemlerde, bu kurumların önemi daha da büyüktü. Çünkü yönetici kesimlerin başlıca sömürü ve baskı aracıdır, böylesi dönemlerde din.
Egemenlerin yedeğindeki din kurumlarının temel göreviyse, karşıt düşünceleri ve akımları bastırmak, mevcut toplum düzenlerinin, buna bağlı mülkiyet ilişkilerinin, zengin- yoksul, efendi- köle ayrımının değişmezliği, kaçınılmazlığı inancını yaymak, benimsetmek, yerleştirmektir.
Batı feodalizminde bu işlevi yüklenen Hristiyan din görevlileri ve kilise; Doğu feodalizminde ve despotizmindeyse İslamî din adamları ve cami olmuş. Bu kurumlar ve güçler, feodal düzeni Tanrı'nın istediği bir düzen gibi gösterip korumaya ve onu haklı çıkarmaya çalışmıştır.
Bu temel ilkeyi iyi bilen ve bu stratejinin önemini algılayan egemenler; gerek İslam Halifeliği döneminde, gerek Selçuklular’da, gerekse Osmanlı döneminde bu araca alabildiğine başvurarak sayısız bireysel ve toplumsal katliama imza attılar. Geçmiş Arap, Pers ve Osmanlı tarihleriyle Mühimme Defterleri ve Şeriyye Mahkemeleri Sicilleri, bunun sayısız örnekleriyle doludur...
Şaire ve şiire düşmanlık
1340 Yılında doğan ve 54 yaşındayken idam edilen İranlı mutasavvıf Şihabüddin Fazlullah tarafından kurulan Hurufilik, Anadolu ve Mezopotamya’da daha çok Kalenderilik-Hayderilik formunda ortaya çıkmış ve çok sayıda mutasavvıf-şair yetiştirmiştir.
Hurufilik, başlangıçta aşırı bir mezhep gibi görülürken, sonraları İslamiyet'in dışında bir din ama "kâfirlik“ olarak kabul ediliyordu. Hurufiler, Fazlullah’ın idamından sonra sıkı bir takibe uğruyor, buna rağmen sayıları ve güçleri hızla artıyordu.
15. yüzyılın başlarında Osmanlı topraklarında da faaliyet göstermeye ve güçlenmeye başlayan Hurufilik mensubu yüzlerce şair ve derviş, özellikle Fatih’in din âlimlerinden Fahreddin-i Acemî’nin fetvasıyla Edirne’de diri diri yakılarak katlediliyordu. (M. Bardakçı: Eskiden Kapatmaz, Diri Diri Yakarlardı, Hür. 24.6.2001)
Bu ekolden gelen ve Alevi edebiyatının en büyük isimlerinden kabul edilen Seyyid Nesimi de kâfir olduğu gerekçesiyle 1417’de derisi diri diri yüzülerek Halep’te katlediliyoed. Memluk hükümdarı Müeyyed, İslam din âlimlerinin hazırladığı fetvayı onaylıyor ve Türkçe/Osmanlıca şiirin Kürt kökenli en büyük mutasavvıf şairlerinden biri olan Seyyid Nesimi’nin yaşamı noktalanıyordu.
Seyyid Nesimi, ölürken bile tasavvuf şiirinin en doygun beyitlerinden birini söylemekten geri durmuyordu:
Sırr-ı selhinden Nesimi’ye sual ettim dedi
Reh- neverd-i Kâbe-i ışkız budur ihrâmımız
(Nesimi’ye derisinin yüzülmesindeki sırrı sordum/ Dedi ki; aşk kâbesinin yolcularıyız, kâbeyi tavaf ederken ihram niyetine derimizi giyeriz.)
Nesimi’ye atfedilen şu ünlü beyit de unutulmaz örneklerdendir:
Zâhidin bir parmağın kessen, dönüp Haktan kaçar
Gör bu miskin âşığı ser- pa soyarlar ağlamaz!
Nesimi’nin cezalandırılması bununla da bitmez; derisi yüzüldükten sonra kafası kesilir, vücudu parça parça ayrılır ve her parça şehrin bir başka yerinde teşhir edilir, kokmaya başlayınca da yakılır. (M. Bardakçı: Şairi Parça Parça Teşhir Ettiler, Hür. 27.7.2003)
Yüzyıllar sonra kendisi de aynı akıbete uğrayacak olan Pir Sultan Abdal, düşünceleri uğruna başlarını veren bu iki Alevi önderini şöyle anacaktır:
Münkirin gıdası Hak’tan kesildi
Nesimi yüzüldü, Mansur asıldı
Tüm bu kıyım ve katliamların arkasında; referansını söz konusu âyet ve hadislerden alan ulema ve din adamlarının fetvaları vardır. Başka bir deyişle, bu âlimler (!) ve din adamları, emrinde oldukları yöneticilerin isteklerine dinî ve şer’î kılıflar hazırlamışlardır.
Arap Halife yöneticilerinden sonra Fatih Sultan Mehmed gibi anlı-şanlı Osmanlı padişahları, insan ve kültür katliamlarını bu yolla hayata geçirdikleri gibi; hilafet makamını Osmanlı'ya taşıyan Halife-Padişah Yavuz Selim döneminde de aynı yönteme başvurulmuştur.
Nitekim Yavuz Selim, Anadolu’ya gönderdiği memurları aracılığıyla aktif Kızılbaşlar’ı "yediden yetmişe defter ettirmiş“ ve Müftü Hamza Efendi ile Şeyhülislam İbn-i Kemal gibi din adamlarına hazırlattığı fetvalarla 50 binden fazla Alevi’yi katletmiş ve binlerce evi tahrip etmişti.
Bu katliamlar sınırlı olarak şiire yansısa da, Osmanlı tarihlerinde açıkça ifadesini buluyordu. Nitekim 16. yüzyılın ünlü Osmanlı tarihçilerinden Hoca Saadeddin, Padişah’ın katliamını haklarcasına şunları söylemektedir:
"Sultan Selim, vezirleri ve uleması ile görüştüğü sırada: Madem ki Kızılbaş serdarlarının tahrikâtı önlenip anların hakkından gelinmeye, zararları devam etmek muhakkaktır. Zira Anadolu vilayetinde olan Kızılbaşlar, Şah İsmail ile iştirak üzere olup gaibane ana iktida ve ehl ü ıyal ve mal ve menallerin yoluna feda ederler ve iktidarı olanlar birçok nezr ve hediyeler ile ziyaretine giderler ve halifeleri ile her yıl nezirler (yardım, adak MB) yollarlar.(…) Bundan akdem Padişah, Anadolu’da aram eden Kızılbaşlar’ı teftiş için hükkâm-ı memâlike (yöre yöneticilerine MB) hükümler gönderip yedi yaşından yetmiş yaşına varınca Kızılbaş olduğu sabit olanların isimlerini deftere kayd ile kendisine gönderilmesini emretmişti. Padişahın emri üzerine tahkik ve teftiş neticesinde kırk bin kişi tevkif olunarak kimi katledilmiş ve kimisi haps olunmuştur.“ (Tacü’t-tevarih, Cilt-2,s. 245. Hemen belirtelim ki, İdris-i Bidlisi, doğrudan Yavuz Selim’e ayırdığı Farsça eserinde bu sayının 50 bini aşkın olduğunu bildirmektedir.)
Üstte de vurgulandığı gibi Şeyhülislamlar, aynı zamanda Halife de olan Osmanlı padişahlarının emir ve fermanlarına dinsel kılıflar uydurmuşlardır. Yavuz Selim’in Şeyhülislamı olan ünlü İbn-i Kemal ve Kanuni Süleyman’ın Şeyhülislamı olan ünlü Ebussuud Efendi dönemleri, bunun tipik örnekleriyle doludur.
Osmanlı ulemasının burada sözünü ettiğimiz yaklaşımını ve dinsel kışkırtmaları hemen her dönemde görmek mümkündür. Bu anlamda, din ve dinsel kurumlar, çeşitli toplum olaylarında ve devletlerarası sorunlarda sürekli olarak bir "itme“ ögesi olarak kullanılmıştır.
Bâtınî düşünür ve şairlere karşı Şeyhülislâm fetvaları
Kuşkusuz Osmanlı ulemasının Kızılbaşlar’a ilişkin fetvaları, Yavuz döneminde verilen ve 50 bini aşkın Alevi’nin katliyle sonuçlanandan ibaret değildir. Sözgelimi Kanuni’nin ünlü Şeyhülislamı Ebussuud Efendi, "Kızılbaş tâifesinin şer’an kıtali helâl olup, katleden gâzi ve Kızılbaş tâifesinin ellerinde maktul olanlar şehid olurlar mı?“ (Kızılbaş topluluğundan öldürülmesi helal olanı öldüren gazi, Kızılbaş topluluğunun eliyle öldürülenler şehid olur mu?) yolundaki bir soru karşısında şu fetvayı veriyor: "Olur, gazâ-i ekber ve şehâdet-i azîmedir.“ (Evet olur, din yolunda en büyük savaştır, Tanrı yolunda büyük bir şehitliktir.)
Şeyhülislam Ebussuud Efendi, Kızılbaşlar’la ilgili diğer fetvalarında da, İbn-i Kemal ve benzeri Osmanlı ulemasının iddialarını ve suçlamalarını yineler. Osmanlı İslam yönetiminin Kızılbaşlar’a bakışını yansıtan bu türden bir soruyu ve Ebussuud fetvasını, bugünün Türkçesiyle birlikte izleyelim:
"Soru: Adı geçen topluluk Şii olduğunu ileri sürer, "lâilâheillâllah“ derken bu aşamayı gerektiren davranışlar nedir, açık-seçik, geniş bilgi verile!
Cevap: Peygamber, "Ehl-i sünnet topluluğunun da içinde bulunduğu yetmiş üç topluluktan yalnız ehl-i sünnet kurtulacak, ötekiler ateşe atılacaktır" buyurmuştur. Bu Kızılbaş topluluğu o yetmiş üç topluluktan bile değildir. Her birinden biraz kötülük, biraz suç, biraz ortalığı karıştırıcılık almış, kendi inançlarına göre benimsedikleri küfüre, sapkınlığa katıp karıştırmış, yeni bir küfür yolu yaratmışlardır. Gün geçtikçe de çoğalmaktadırlar. Şimdiye kadar sürdürdükleri bilinen kötülükleri, suçları konusunda şeriat kuralları gereğince geniş anlamlı yargı şudur: O acımasız kişiler yüce Kur’an’ı, yüce şeriatı, İslam dinini küçümsemekle, şeriat kitaplarını yermekle, ocağa atıp yakmakla, din bilginlerini kendi bilimleri uğruna acımasızca suçlamakla, liderleri (şeyhleri) olan arabozucu kötü kişiyi Tanrı yerine koyup önünde eğilmekle, haram olduğu kesinlikle ortaya konan, dince yasaklanan içkileri üretip içmekle, Ebubekir ve Ömer’e sövmekle kâfir olduklarından başka; Peygamber’e bile kötü sözler söyledikleri ortaya çıktığından, çağlar boyunca gelen bilginlerin ortak konuda birleşen yargıları gereğince katledilmeleri uygun görülmüştür. Suçlulukları konusunda kuşkuya kapılanlar da suçludur.“ (M. Ertuğrul Düzdağ: Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı, İst. 1972,s. 110- 111)
Fetvanın devamında, eski suçlamalar devam ettirilerek, "Bu tâifenin kıtâli, sair kefere kıtâlinden ehemdir“ (Bu topluluğun öldürülmesi, diğer kâfirlerin öldürülmesinden daha önemlidir) denmektedir.
Şeyhülislam Ebussuud Efendi, hızını alamayarak, Hallac-ı Mansur, Şeyh Bedreddin gibi Bâtınî düşünce önderleriyle Yunus Emre gibi Alevi ozanlarını da, aradan yüzyıllar geçmesine rağmen yeniden yargılayıp şer’i ahkâma göre mahkum ediyor!
Sözgelimi, "Mansur, şeirata göre kâfir olduysa, ona hak veren ve onun yolunda gidenlere şer’an ne lâzım gelir?“ yolundaki bir soruya karşılık, kestirmeden şu fetvayı verir: "Mansur’a lâzım olan lâzımdır“. Yani, onları da çarmıha gererek katletmek gerekir, demektedir.
Babai hareketinin devamı niteliğindeki Bedreddin eyleminin önderi Şeyh Bedreddin de ondan nasibini almaktadır: "Şeyh Bedreddin Simavi, ki Varidat sahibidir, 'Tekfir etmeyip la’net etmeyen kâfirdir' diyene ne lâzım olur?" yolundaki bir soruya verilen cevap da açıktır: "Anın müridlerinden olan kâfirlerdir, katli lâzımdır.“ (Age, s. 193)
Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin Yunus Emre ve yandaşlarına ilişkin soruya verdiği cevabı birlikte izleyelim:
"Soru: Bir zaviyenin mescidinde eşhas-ı muhtelife ile oğlanlar muhtelit olup envaı teganniyat ile tevhid ederler iken kelime-i tevhidi tağyir edip, gâh dilmen, gâh canmen ve gâh;
Sen bir ulu sultansın
Canlar içinde cansın
Çün âyân gördüm seni
Pinhan kayusu değil, deyüp ve gâh
Cennet cennet dedikleri
Bir ev ile birkaç hûri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni
Deyü göğüslerini döğüp evzâ-ı garibe ettiklerinde ahali-i mahalleden bazı kimesneler zâviye-i mezburede şeyh olan kişiye, 'Bu makule evzaa niçün razı olursun?' dediklerinde, -bu durumu savunursa MB- şer’an ne lâzım gelir?"
(Özetle, sorulan soru şudur: Bir zaviyede karışık kimseler toplanıp müzik eşliğinde Yunus Emre’nin yukardakine benzer deyişlerini okurlarsa ve tekke şeyhi bu durumu savunursa ne yapmak gerekir?)
Şimdi, Şeyhülislam’ın fetvasını birlikte görelim:
"Cevap: Evza ve akval-i mezbure kemal mertebe fuhuş olduğundan gayri, cennet hakkında söyledikleri kelime-i şenia küfr-i sarihtir. Katilleri mübahtır. Şeyhleri olan bîdin, hikâyet olan ef’al ve akvâl men’e mübaşeret olunmazsa dahi ne lâzım gelür demekle kâfir olduğundan gayrı o kabahiyi ibadet kabilinden addedüp âyet-i kerimeyi ana delil getirmekle tekrar kâfir olur. Ve bu itikattan rücu etmezse katilleri vâcip olur.“
Görüldüğü gibi Osmanlı’nın yükseliş döneminin en büyük şeyhülislamlarından kabul edilen Ebussuud Efendi tarafından, kadınlı-erkekli ve müzikli bir ibadet biçimi "fuhuş“ olarak nitelendirilmekte, Yunus’un tasavvuf içerikli deyişlerine bile tahammül edilmemekte ve bu yolun sâliklerinin katlinin şer’an helâl olduğu yolunda fetva verilmektedir.
Pir Sultan’ı idama götüren fetva
Osmanlı Şeyhülislam fetvalarından nasibini alan ünlü Alevi şairlerinden biri de lider-ozan Pir Sultan Abdal’dır. İdam ediliş tarihine ilişkin kesin bir tarih vermek mümkün olmasa da, çeşitli tarihsel olgularla Pir Sultan şiiri arasındaki bağlantılara bakarak biz bunun 1577/78 yıllarında Sivas-Malatya yöresinde cereyan eden Hısnımansurlu Şambayadı Türkmenlerinden (Düzmece) Şah İsmail Ayaklanması'yla ilgili olduğunu düşünüyoruz. Pir Sultan Abdal çalışmamızda ayrıntısını verdiğimiz bu olayın cereyan ettiği dönemde, uzun bir suskunluktan sonra, İran’a yönelik yeni bir Osmanlı seferi düzenlenmiş ve Kızılbaşlar’a dönük anti-propaganda en üst seviyesine ulaşmıştır.
Bu seferde Osmanlı ordusunun serdarlığını Boşnak asıllı Veziriazam Lala Mustafa Paşa yapmaktadır. Üçüncü Murad devrine rastlayan bu dönemin Şeyhülislamı da, 1577-1580 yılları arasında görev yapan Kadızade Ahmed Şemsüddin Efendi’dir. 1578 yılındaki bu İran Seferi sırasında orduda bizzat bulunan Osmanlı tarihçisi Gelibolulu Mustafa Ali, hareketin bütün ayrıntılarını vermektedir. Adı geçen tarihçinin "Nusret-nâme“ adlı, Nuruosmaniye Kütübhanesinde bulunan yazma eserinin "10 a-b, 11 a-b, 12 a" sayılı varaklarında; sefer dolayısıyla Şeyhülislam'ın verdiği fetvaya yer verilmektedir. Bugüne kadar yeterince bilinmeyen bu fetva; Yavuz Selim döneminde İbn-i Kemal, Kanuni döneminde Ebusuud Efendi tarafından Kızılbaşlar için verilen fetvaların bir uzantısı olup, öncekiler gibi Kızılbaşlar’ı suçlamakta ve "Bu tâifenin kıtâli sair kefere kıtâlinden ehemdir“ hükmünü içermektedir.
Kızılbaş/Alevi literatüründe pek bilinmeyen ve Pir Sultan’ın asılmasıyla ilgili olduğunu düşündüğümüz fetvayı şimdi birlikte izleyelim.
"Mes’ele (Şeyhülislam’a sual): Kızılbaş tâifesinin şer’an katli helal olup asker-i İslam’dan onları katleden gazi ve onlardan maktul olan şehid olur mu?
El- Cevab: Olur, gaza-yı ekberdir ve şehadet-i azimedir.
Mes’ele: Katilleri helal olduğu takdirce mazhen Sultan-ı Ehl-i İslam Hazretine baği ve aduan üzerine olup, asker-i İslama kılıç çektiği için midir? Veya gayrı sebebi var mıdır?
İkinci Cevab: Kızılbaşlar, hem bağilerdir ve hem vücuh-u kesireden kâfirlerdir.
Mes’ele: Hz. Resulullah’dan (s.a.) evvelcek şer’an şüphe olur mu? Beyan buyurula…
El- Cevab: Hâşâ şüphe yoktur. Ef’âl-i şeniyyeleri ol neseb-i tahire alakaları olmakla şehadet ettikden gayrı sukât’tan menkuldur ki, babası İsmail ibtida’en harf-i cünde İmam Ali bin Musa Rıza meşhedinde ve sair emakinde olan sadat-ı uzamı kendinin nesben buhranında derc eylemeğe ikrah edip iftiraya cür’et etmişleri katliam edecek bazı sâdât katlden halas için imtisal-i suretin koşurub dediğini eylemişler. Amma bu miktar tedarik eylemişlerdir ki, bunun nesebi ulema-yı ensab-ı şerife mabeynlerinde akîm olup asla insanı kıymak ile maruf bir sebebde müntehi kılmışlar ki nazar edenler hakikat-ı hâle vakıf olalar. Faraza, sıhhat-ı nesebi mukarrer olup bîdin olacak sâir kefereden farkı olmaz. Hz. Resul’ün (s.a.) âl-i şeâir-i şer-i mübini riayet ve ahkâm-ı din-i mübini himaye edenlerdir. Hz. Nuh aleyhisselam, Ken’an sulb(öz) oğlu iken dini üzerine olmadığı için (ehlimdendir) diye necat için Rabbi izzete tazarru ettikde (innahü leyse min ehlike) diye buyurulup sâir kefere ile bilatağzib ve iğrak buyurulmuştur. Eğer enbiya-yı uzzam neslinden olmak dünyevi ve uhrevi azabdan necâta sebep olaydı, Adem Nebi neslinden olmak ile esnaf-ı kefereden bir ferd asla dünyada ve ahirette muazzab olmazlardı.
Mes’ele: Tâife-i mezbure Şia’dan olmak dava ederler, (Lailâhe illallah, Muhammedü’r- Resulullah) derler iken bu mertebeyi icab eden halleri nedir?
Cevab: Şia’dan olmak değil, yetmiş iki fırka içlerinde ehl-i sünnet ve cemaat fırkasından gayrı nârevadır diye Hz. Resulullah tasrih buyurmuşlardır. Bu tâife ol yetmiş bir fırka-yı dâlle’nin halis birinden değillerdir. Her birinden birer mikdar şerr ve fesad alıp kendiler hevâlarınca ihtiyar ettikleri küfür ve bid’ate ilhak edip bir mürekkib küfür ve dalâlet ihtira eylemişlerdir. Daha durup günden güne oturmak üzerine derler, şimdiye değin üzerine müstakar oldukları kabâyih- i marufelerinin mucib-i şer-i şerif üzerine mufassalan hükmü budur ki; o zâlimler Kur’an-ı azim’i, Şeriat-ı şerifi ve din-i İslâm’ı istihfaf eylemekle ve kütub-u Şer’iyeyi tahkir edip oda (ateşe) yakmakla ve ulemâ-yı dini ilimleri için ihanet edip kırmak ile ve reisleri olan fâciri mabud yerine koyup, ona secde eylemekle ve dahi hürmet-i nasus-u kat’iyye ile sabit olan enva-yı muharremât-ı diniyyeyi istihlak eylemekle ve Hz. Ebu Bekir’le Hz. Ömer’e la’n eylemekle kâfir olduklarından sonra Hz. Aişe-yi Sıddıka’nın ber’atı ve terahatı hakkında bunca âyât-ı azime nâzil olmuşken onlara itale-yi lisan eylemekle Kur’an-ı Kerim’i tekzib edip kâfir ve mürtel olduklarından gayri Hz. Risalet-pinah sallallahu aleyhivessellem cenab-ı azizlerine şeyn (iftira) götürmekle sebb-i nehy eylemiş olub cumhur-u ulemâ-yı âsâr ve emsâr-ı icma ile katilleri helâl olup, İmam-ı Azam ve İmam Sufyan-ı Sevri ve İmam-ı Evzai katlarında tamam sıhhat üzerine tevbe edip İslam’a gelicek bu küfürleri dahi sair küfürleri gibi afv olunup katlden necat bulurlar. Amma İmam Malik ve İmam Şafii ve İmam Ahmed bin Hanbeli ve İmam Leys bin Sa’ad ve İmam İshak bin Rahuye’ye ve sair ulema ve uzemâ-yı dinden cem-i kesir katında asla tevbeleri makbul ve İslamları mu’teber değildir. Elbette hadden (kırbaçla, işkenceyle) katlolunurlar. Hz. İmam-ı din-penah (ayedullahu ve kavvahu) zikrolunan eimme-yi dinden hangi canibin kavilleri ile amel ederlerse meşrudur.
Ol tâifenin kabayıh-ı madude ile ittisafları cem-i ehl-i İslam içinde tevatür ile yakınen malum olmuş iken küfürlerinde tereddüt eden Müslim değildir. Askerlerinden olup kıtale mübaşeret edenler ve binip inip onların ittibaından olanların asla şânında tevekkuf olunur değildir. Ama şehirlerde ve köylerde kendi halinde salah üzerine olup bunların akâidinden ve ef’alinden tenezzüh üzerine olup zahir halleri dahi sıdklarına dalâlet eyleyen kimseler kizbleri zâhir olmayınca üzerine bunların ahkamı ve afvını icra olunmaz. Bu tâifenin kıtali sair kefere kıtalinden ehemdir…“ (Bkz. M. Bayrak: Pir Sultan Abdal, Yorum yay. Ank. 1986)
Görüldüğü gibi; Pir Sultan Abdal’ın yanı sıra Osmanlı Mühimme kayıtlarının da gösterdiği gibi, binlerce Kızılbaş’ın katline gerekçe yapılan bu Fetva da, öncekilerin bir bileşimi ve uzantısı niteliğindedir...
Sonuç
Bilmem sözü daha fazla uzatmaya gerek var mı? En iyisi, Ozan Telli’nin dizeleriyle bu anlayışı cevaplamak ve suçlanan düşünce önderlerini bir kez daha anmak:
yüzyıllardır yahşı yaman yaşayan
gür bir isyan ışkınıdır ışığınız
dünümüzden günümüze uzayan
insan ağacında
can ağacından
pir sultan’ca başı dik
bedreddin’ce alnı ak
nesimi’ce enel-hak
ve yunus’ca halk dostu
yine bir nefes esti
dağınızdan düzümüze sevdalı
yaylanızdan yüzümüze sevdalı…
MEHMET BAYRAK
(Politika)