Avrupa, II. Dünya savaşından sonra, Nazi ve Faşizm kadroları tasfiye ederken TC, dünyayı tersinden anlayarak, “Ermeni Soykırımı”nın da kadro adamları olan eski komitacıların (çetecilerin) iktidarını pekiştirmişti.
Avrupa, ırkçılığı dirilmemek üzere gömerken, TC, ırkçı rejim tahtaravallisinde ateşlenen vahşet belasının manzaralarıyla (6-7 Eylül gib) sarsılıyordu.
1960’lara gelindiğinde, talana uğrayacak, malına, mülküne el konulacak Hıristiyan artık yok, Kürtler korku çemberinde bastırılmıştı.
Ama Türk rejimi, boynuna binilip altına alınacak, cılız düşmansız yapamıyordu.
Devlet eliyle Türk’e karşı Türk milliyetçiliği savaşını başlattılar. Bugünkü MHP ile AKP’nin oy tarlası olan tabanı, küçük avanta karşılığında bu savaşın neferleriydi.
MHP, besleme militan gücün merkeziydi. Bugünkü AKP’nin tabanı dinci cepheden dolanarak geldi. Bunlar, 1975 yılında Süleyman Demirel’in liderliğinde Milliyetçi Cephede (MC) bütünleştiler. Artık kim MHP’li, bugünkü AKP’nin temsil ettiği tabandan belli değildi.
Çünkü, ikisi de ırkçı sulardan geliyordu. Düşmanları da, yol gösterici öğretileri, slogan mucitleri de ortaktı. Başbakanların örtülü ödeneğinden kaldırdığı parayla geçinip içki masasından kalkıp camiye yollanan, oradan kumara giden Necip Fazıl ortak şairleriydi.
MHP’lileri günümüzdeki lideri Bahçeli, silah tedarikçisi, Recep Tayyip Erdoğan da, “kanımız aksa da zafer islamındır” sloganlı, dinci Akıncılarının başıydı. İki taraf meydanlarda bütünleşince, “Hira dağı kadar Müslüman Tanrı dağı kadar Türk” diye naralanıyor yeterince Türk ve İslam olmayanlara saldırıyorlardı.
Maraş, Çorum en başta, her yerde Kürt Alevilere düzenlenen saldırılarda ortak sloganları yankılanıyor, seksenlik ninelere tecavüz ediliyor, baltalarla insan bedenleri parçalanıyordu.
Eleman akışkanlığı da, izleri belirsiz ediyordu. Daha sonra İran devrimine katılmak için uçak kaçıran Yılmaz Yalçıner, MHP’den geçmeydi. Diyarbakır Cezaevinde Kürtlere Türk ırkçılığını aşılama görevinden sonra tahliye edilince Recep Erdoğan’ın belediyesinde işe başlamıştı.
Cinayetlerin işlendiği “Kanlı Pazar”’da MHP ile işbirliği yapan İsmail Kahraman, bugün Recep Tayyip’in “İsmail abi” dediği parlamento başkanıdır.
Aynı Erdoğan, “kardeşlerim” diyerek oy için Kürtlerin kapısına gittiğinde, çark ediyor “milliyetçiliği ayağımızın altına aldık” diyebiliyordu. Ama yüksek mahkemelerinin başkanlarını yanına alıp Kardeniz sahillerine gidince kendini yalanlıyor, ırkçı dışa vurumla “benim milletim, suçluları Türk parlamentosunda görmek istemiyor” diye haykırıyordu.
Yalnız bu mu? Faşizm bir bütündü. Irkçılık en vahşi ayağıydı. Gerektiği an ve yerde birleşiyor, bütünleşiyorlardı.
Nitekim, Kürdistan şehrleri Moğolların geçişinden daha kötü, IŞİD’in saldırısına uğramışa benziyordu.
Cizîra Botan’ın havası, hala diri diri yakılmış insan eti kokuyordu.
Bu satırları yazmaya başlarken İMC televizyonu, aylar sonra aralanan yasakla, kameralarını Diyarbakır surlarının içinde gezdiriyordu.
Beş bin yıllık tarih katillerin izleriyle paralizeydi. Kiliseler, eski çağlardan kalma tapınakların yeri boşluk, Kürtlere ait izler moloz yığınıydı. Yıkmadıkları tekmil evler, iş yerleri soyulmuş, ne varsa çalınmıştı.
Öte yandan, iletişim araçları, zincirlerinden boşalmış Faşizmin Kürt avından yeni haberler veriyorlardı.
Kürt halkının, “temsilcim” diyerek Türk parlamentosuna gönderdiği onlarca kişi, üstelendikleri görev bir anda suç kapsamına girdiği için, zindancıyı bekleme tedirginiydi.
CHP’nin katıldığı ırkçı cephe tarafından dokunulmazlıkları kalkan milletvekilleri katilin (kasap) elindeki bıçağı seyreden koyun gibi ortada kalmış, hazırladıkları bavullarıyla, 1994 yılında olduğu gibi, teslimiyet içinde kaderlerini bekliyorlardı.
Faşist rejimin zindanında çürümek kader değildi.
Boyun eğmek teslimiyetti. Dışarıda olmaksa Faşizme direnmekti. Hiç bir şey elden gelmiyorsa gidip Rojava’da tarla sulamak, iki koyuna çobanlık yapmak bile direnen Kürt halkının saflarında olmaya devamdı.
Faşist şefin kaçtılar söylemiyle, dolduruşa gelip teslim olmak direngenliğin raconu değildir. Gelişen devrime katkı için dışarıda olmak gerekir…
Faşizmin kader diye dayattığı yaşama biçime direnmektir, devrimcinin işi.
(politika)