OSMANLI’NIN ‘İHTİDA’ VE ‘ASİMİLASYON’ POLİTİKALARI KARŞISINDA ALEVİLİK - 2. BÖLÜM
Osmanlı’da asimilasyonun en büyük hedefi Kızılbaşlar, en başta da Kızılbaş Kürtlerdir. Bektaşi tekkelerini kapatan irade, Batı’nın zoruyla da olsa 19. yüzyıl ortalarında hukukunu yenileme çabası içindeyken bile Kızılbaşları suçlayan söylemini devam ettiriyordu. Nitekim bu dönemde yayımlanan “Elsine-i Nâsda (Kızılbaş) Demekle Maruf Tâife-yi Rezilenin Hezeyanlarını Mübeyyin Bir Risale”de Kızılbaşlar, İslam’ın ve imanın şartlarına karşı çıkmakla suçlanmakta ve Kur’an hükümlerine göre bunlar “kâfir” ilan edilmektedir. Devlet izniyle 1865’te basılan bu kitap, bir bakıma sonradan uygulanacak politikaların bir habercisi gibidir. (Bkz. M. Bayrak: Ortaçağ‘dan Modern Çağa Alevilik, Özge yay. Ank. 2004,s. 387-397)
Öte yandan, birçok nedenle tümü Sünni Kürt ve Araplar’dan oluşturulan Hamidiye - Aşiret Süvari Alayları, özellikle Alevi Kürtleri rahatsız etmektedir. Bu konuya ilişkin rahatsızlıkların Saray’a iletilmesini fırsat bilen Abdülhamid, Alevi Kürt aşiret reislerine bir öneriyle gider: Onların çocukları İstanbul’da açılacak Aşiret Mektebi’nde okutularak subay yetiştirilecek, ancak buna karşılık Dersim bölgesine Kızılbaş Kürtleri “irşad” edecek “Hanefi” din adamları gönderilecektir. Böylece onlar, hem Hristiyanlığın etkisinden kurtarılmış olacak hem de İslâmlığa ve Saray’a yaklaştırılmış olacaktı. İşte Alevi töre ve törenlerinde Kuran’a başvurulmazken Dersim bölgesine Kuran’ın girmesi, böyle bir politikanın sonucu olarak gerçekleşir. Yani Kuran’ın bölgeye girmesi, Hanefi irşad memurları ve dini kitaplar yoluyla Abdülhamid’in ince politikasıyla bölgeye yerleşir.
Kızılbaşlara hoca ve ilmihal!
Deringil’in konuya ilişkin bir belirlemesini birlikte izleyelim:
“Doğu Anadolu vilayetlerinde redif kuvvetleri olan Hamidiye Alayları‘nda askerlik hizmeti yapan Kürtlere de, masrafları Hazine-i Hassa-i Şahane’den karşılanmak üzere okullar ve camiler kurulmak yoluyla (doğru) dinin öğretilmesi gerekiyordu. (Doğru yoldan sapmış) olarak tanımlanan Kürtlerin, Türkçe ve Kürtçe olarak basılarak Kürt topluluğa dağıtılacak dinsel kılavuzların (İlm-i Hal) basımı ve dağıtımı yoluyla hizaya getirilmesi gerekiyordu.
Osmanlı yönetici sınıfını oldum olası kızdıran topluluklardan biri de Kızılbaşlardı. Bu nedenle de bu unsurlar, Ortodoksluğun bu denli vurgulandığı bu dönemde Abdülhamid yönetiminin dikkatini çekmekte gecikmeyecekti. 4 Ocak 1890’da Maarif Nezareti’nden Sivas Vilayetine, Kızılbaşlara hoca ve ilm-i hal gönderilmesi talimatı verildi.” (Age, s. 112)
Dersim ve Tokat bölgelerinde de aynı uygulama yapılıyor ve “bu topluluklar arasına vaizler atanması ve risaleler dağıtılması yoluyla asimile edilmeleri” öngörülüyordu. Dahası, Kızılbaşlarla ilgili ilginç bir belirleme ve kaygı da vardı: “Bunlar, şehitliğin cennetin kapısını açacağına inanmadıkları için bu batıl inanç onları askerlikte de güvenilmez kılmaktaydı...” (s. 113)
Tüm bu anlatım ve belirlemelerden sonra Deringil’in vardığı şu sonucu paylaşmamak mümkün mü?
“Hamidî dönemde Osmanlı ihtida ve ideolojik denetim siyasası incelendiğinde, Osmanlı yöneticilerinin ‘ince ayar’ uygulamalarına bir kez daha tanık olmaktayız. (...) Kızılbaşlar, Osmanlılar açısından hep bir çıban başı olmuşlardı, ama 16. yüzyılda Yavuz Selim’in tepkisi, II. Abdülhamid’inkinden çok farklıydı. I. Selim, çok sayıda Kızılbaş’ın katledilmesini düşünebilmişken Abdülhamid’in ana kaygısı, bunların ordudaki güvenilirlikleri sorunuydu.” (Age, s. 122)
Farklı bir yaklaşımla yapılan şu değerlendirme de konumuza ışık tutacak niteliktedir: “Abdülhamit, bu dönemde bilinçli olarak, halkın Batı’yla olan bütün bağlarını kesmeye çalışıyor, Batı‘da olan gelişmelerden halk habersiz bırakılıyordu. İslamî düzen bir ideal haline getiriliyor, geçmişte İslam dünyasının bir cennet yaşadığı propagandası yapılıyordu. Her bakımdan Doğu, Batı’dan üstündü. İşte bu hava içinde, Batı’da gelişen fikirlere karşı reddiyeler yazmak moda haline geldi. Namık Kemal gibi dönemin önde gelen muhalifleri bile bu reddiye yazmak modasına kendilerini kaptırmışlardı.” (Tekin Güleçman: Abdülhamit Döneminde Dinî Canlanma, Teori, Sayı:17/ 1985)
Kuşkusuz bu politika, esas itibarıyla askerlik sorununu da aşan ve giderek Türk-İslam Sentezi’ne evrilen Osmanlı- İslam Sentezi’ni hedefliyordu.
Abdülhamid’den Cumhuriyet’e devredilen “Alevilik” politikaları
Değişik halkların aydınlanmacı kadrolarının işbirliğiyle alaşağı edilen Abdülhamid yönetiminin yerine kurulan İttihat ve Terakki yönetimi, başlangıçta özgürlük-eşitlik-kardeşlik gibi sloganlarla ortaya çıkar ve büyük destek görür. Ancak özellikle 1912/13’de yapılan Selanik kongresiyle partinin, dolayısıyla devletin yönetimi Balkan Türkleri’nin ya da Türkleşmiş veya Müslümanlaşmış Balkanlıların eline geçince durum tümüye değişir.
Aynı zamanda Halife olan Padişah ve Saray, Hanefi Müslümanlığı kulvarını doldurdukları için İttihat Terakki önderlerinin çoğu, Saray’a muhalif olan kesimleri yanlarına çekebilmek için “Bektaşilik” iddiasıyla ortaya çıkıyorlardı. Talat, Enver, Cemal, Nesimi, M. Kemal ve diğerlerinin Bektaşiliği bu soydan politik bir tavırdı.
Ancak yukarda da vurgulandığı gibi Selanik kongresi, bu konuda bir dönemeç oluşturur. Artık İttihatçıların gerçek yüzünü ortaya koyma zamanı gelmiştir. Nitekim Kürt (bir görüşe göre Yahudi kökenli) olduğu halde tercihini bu kongrede Türkçülerden yana koyan Ziya Gökalp, partinin başdanışmanlığına getirilir. İçlerinde sosyolog olan ve düşünce üretebilecek başlıca kişi odur.
Talat’ın Ziya Gökalp’e talimatı
Dönemin Başbakanı Talat Paşa, bir gün kendisini çağırarak şu direktifi verir:
“Ziya Bey, biliyorsunuz, devletin yönetimi tümüyle elimize geçti. Oysa Anadolu, Mezopotamya, Kürdistan adeta bizim için kapalı bir kutudur. Buralarda birçok halklar, etnik gruplar, dinler, diller ve kültürler yaşıyor. Bizim amacımızsa Müslüman- Türk bir toplum yaratmaktır. Dolayısıyla bir ekip oluşturarak bu amaçlara uygun planlar ve politikalar üretmek gerekiyor.”
Bunun üzerine Ziya Gökalp’in öncülüğünde parti genel merkezi, Kürtleri incelemek üzere daha çok Habil Adem olarak bilinen Arnavut kökenli Naci İsmail’i (Pelister); Kızılbaş ve Bektaşiler’i incelemek üzere Dağıstanlı Çerkes kökenli Baha Said’i; Ahileri incelemek üzere Bursalı Mehmed Tahir’i (Olgun) ve Hasan Fehmi’yi (Turgal), Ermenileri incelemek üzere Esat Uras’ı görevlendirir.
Almanya’da felsefe eğitimi yaptıktan sonra bizzat Talat ve Enver Paşa’larca İstanbul’a çağrılıp Milli Emniyet Teşkilatı’nda “uzman” olarak görevlendirilen Naci İsmail (Pelister), Kürtlerin yanı sıra devlet adına Alevilik-Bektaşilik gibi konularda da çalışmalar yapar. Bir başka ilginç çalışması ise, göçmenlerin ve göçebelerin iskanı ve asimilasyonu üzerinedir. (İst.1918)
Bu dönemde yapılan çalışmaların temel hedefi, Kızılbaş söylemi yerine Alevi söylemini ikame etmek ve Aleviliği Bektaşilik içinde eriterek bu inancı Türk Müslümanlığı olarak sunmak ve toplum yaşamına yerleştirmektir. Başka bir söyleyişle, tek tip bir “din” yaratmaktır.
Kemalistler devraldı
I.Dünya Savaşı ve benzeri nedenlerle İttihatçılar, bu politikaların temellerini atar; ancak tümüyle uygulamaya koyamazlar. Ancak “Milli Mücadele”de İttihatçı mirası reddederek ortaya çıkan Kemalist hareket, özellikle 1925 Takrir-i Sükun’undan sonra İttihatçıların yarım bıraktığı bu politikayı yürürlüğe koymaya başlar. Bilindiği gibi Hanefi-Müslümanlığı ekseninde Diyanet İşleri Teşkilatı yeniden örgütlendirilirken, Alevi-Bektaşi tekke ve dergahlarının faaliyetleri durdurulur ve Alevilerin ibadetleri yasaklanır.
Baha Said’in Osmanlılar döneminde hazırladığı gizli çalışmanın 1926/27’li yıllarda Türk Yurdu dergisinde tefrika edildiği görülür. Öte yandan Kızılbaş/Alevileri kendi mürşit, pir, dede gibi dini önderlerinden uzaklaştırmak ve dinlerinden nefret ettirmek için yazı dizileri yayımlanır. (Rejimin yarı-resmi yayın organı konumundaki Cumhuriyet gazetesinin haftalık dergisi Haftada Bir Gün’de tefrika edilen Dersim Kızılbaşları konulu bu türden son derece ibret verici bir yazı dizisi için bkz. M. Bayrak: age, s. 398-432).
Hanefi Müslümanlığı eksenli tek dinli bir toplum yaratılmaya çalışılırken bizzat Atatürk’ün direktifiyle 1926’da Diyanet İşleri Riyaseti aracılığıyla Muhammed Hamdi Yazır’a hazırlatılan Kur’an Tefsiri’nde devlet eliyle nasıl bir Türkçü-Müslümanlık ve toplumsal yapılanma gerçekleştirilmek istendiği çarpıcı ifadelerle ortaya konuyor. İşte Atatürk’ün Diyanet’e verdiği talimat:
“Atatürk, başta Alevilik olmak üzere ehl-i sünnet (Sünnilik) dışındaki görüşlere ve Hanefilik dışındaki diğer Sünni mezheplerin görüşlerine tefsirde yer verilmesini istemiyordu. (...) Atatürk, hüküm içeren âyetlerin de Türk-İslam geleneği göz önünde bulundurularak yorumlanmasını arzu ediyordu.” (Bkz. Hürriyet gaz. 19 Kasım 1997)
Êzîdîlere ‘ihtida’ ve ‘itaat’ seferi!
Êzîdî Kürtler de Abdülhamid dönemi devletinin ana nüfusa katmaya ve Osmanlılaştırılmış İslam’ı benimsetmeye çalıştığı gruplardan biriydi. Dahası, bunlar Osmanlı’nın “ihtida” yani “dinini bırakarak İslam’a döndürme” siyasetinin ilginç örneklerinden biriydi. Onlar, Osmanlı’nın gözünde bir “fırak-ı dalle” yani “sapkın mezheb” mensupları idi ve “Şeytan”a tapıyorlardı. Bundan dolayı da “ihtida” yoluyla “doğru yola getirilmesi” gereken baş unsurlardan biriydi.
1885’te askeri hizmetten muafiyetleri kaldırılıyor ve onlara da askeri yükümlülük getiriliyordu. Bunun için Şêxan bölgesi başta olmak üzere Êzîdîlere askeri ve mülki erkandan heyetler gönderiliyordu.
Yapılacak ilk uygulama, İstanbul’un konuya ilişkin kararı tebliğ edildikten sonra, bunların reislerinin başka bölgelere sürülmesiydi, çünkü bu yapılmazsa inançlarının düzeltilmesi yani “tashih-i akaid” gerçekleşemezdi. Bu doğrultuda Fırka-i Islahiye Komutanı Ömer Vehbi Paşa önderliğinde 1892’de yapılan bir uygulama şöyle aktarılıyor:
“İslâma çağrıya karşı direnen Şeyhan bölgesindeki Yezidi köylerini dehşete düşürmeyi amaçlayan bir yıldırma programına başlandı. Bu köylere akınlar yapıldı ve kesilen kafalar Musul’a getirildi. Bu yıldırma harekatı, kırk kadar Yezidi liderinden oluşan bir heyetin kente gelmesine neden oldu. 19 Ağustos’ta Paşa, yerel yönetim meclisini (Meclis-i İdare) topladığını ve kamusal bir törenle Yezidi liderlerini İslâma kucak açmaya çağırdığını bildirdi. Bazıları reddetti ve dayak yediler; içlerinden en azından bir tanesi yaraları yüzünden öldü. Kalanlar, Mir Ali Bey’in önderliğinde, Paşa tarafından İstanbul’a büyük bir başarı olarak derhal bildirilen bir törenle Müslüman oldular.” (Age, s.99).
Bu durum, Osmanlı resmi belgelerine ise şöyle geçecektir: “Seksen Yezidi köyü ile otuz Şii köyü (Şebek Alevileri kastediliyor MB), Din-i Mübin’in (İslamın) onuruna ulaşmıştır. Dün, liderleri tam bir vicdan serbestisi ile Musul’a gelerek, Müslüman olmaları için yaptığım çağrıyı kabul ettiler. (...) Müftü, her birine İslamı kendi hür iradesiyle kabul edip etmediğini sordu. Her birinin onayından sonra, kalabalık ‘Padişahım çok yaşa’ diye haykırdı” (Age,s. 99)
Bu arada, Ömer Vehbi Paşa bu törenin ertesi günü Êzîdî köylerine altı cami ve yedi okulun yanı sıra hepsi İslam’ı benimsemiş olan Şebekli köylerine de beş cami beş okul yapılması talimatını verir. Yine Paşa, “Laleş‘teki Êzîdî tapınağının bir İslam medresesine dönüştürülmesi ve yirmi öğrenciye burada yine devletin maaş bağlayacağı saygın bir Sünni alimin yanında eğitim görmeleri için burs verilmesini” de İstanbul’a önerir.
Dahası Osmanlı Paşası, “Êzîdî aşiret reislerine birer nişan takılmasını ve bir aylık bağlanmasını, bu yapıldığı takdirde İmparatorluk’taki tüm Êzîdîlerin yanı sıra İran ve Rusya’dakilerin de İslam’ın kutsal kucağına getirilebileceğini” bildirir.
Osmanlı’nın bu zoraki uygulamaları karşısında kimi Êzîdî liderleri, Musul’daki Fransız Konsolosluğu’na başvurarak, kendilerine sahip çıkılması durumunda “Hristiyan olmaya” hazır olduklarını bildirirler. Tüm bunlar olup biterken Musul Valisi Osman Paşa, Hanefi mezhebine dönen Êzîdî ve Şebekli Alevi çocuklarının eğitim için 300 adet Kur’an, 700 adet Elifba ve 700 adet İslam akaidini öğreten risale talep eder. (Age, s. 102. Bu konuda ayrıca bkz. Mesud Serfiraz: XIX. Yüzyılda Türkçe-Kürtçe Bir İlmihal, Kürt Tarihi, Sayı:5/2013)
Tüm bu gelişmeler Osmanlı yönetimini tatmin etmemiş olmalı ki, Fırka-i Islahiye Komutanı Ömer Vehbi Paşa’nın zabit olan oğlu komutasındaki bir askeri birlik, Şêxan’daki Êzîdî köylerini uykudayken basıp yakıp yıkar. Laleş’teki kutsal türbe yağmalanır ve ibadet malzemelerine el konulur. (Êzîdîlere yönelik “ihtida” siyaseti konusunda ayrıca şu makale tamamlayıcı bir belge niteliğindedir: Heretik Aşiretler ve II. Abdülhamid Rejimi: Zorunlu Askerlik Meselesi ve İhtida Siyaseti Odağında Yezidiler ve Osmanlı İdaresi; Edip Gölbaşı; Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar; Sayı:9 /2009)
Edip Gölbaşı’nın da makalesinde vurguladığı gibi bu siyaset, sadece Êzîdîler için planlanmış değildi. Bu konu, diğer pek çok “heretik”, “heterodoks” ve “marjinal” dini grupları kapsıyordu: Kızılbaşlar/Aleviler, Nusayriler, Zeydiler ve İstavriler gibi toplulukların “tashih-i itikadı” ya da “ihtidası“ için Abdülhamid rejimi, ciddi bir mesai harcamıştı. (Bkz. Agy, s.90) Daha da önemlisi, sadece bu topluluklar da değil, Hristiyan Ermenilere dönük bir “ihtida” ve “asimilasyon” politikasına da tanık olunmaktadır ki, Deringil bunu “Hristiyanların ihtidası” olarak adlandırmaktadır.
BİTTİ
MEHMET BAYRAK (Politika)