Lütfen bekleyin..
Munzur Haber / Alevi düşmanlığının büyük atası: Yavuz Selim

Alevi düşmanlığının büyük atası: Yavuz Selim

20 Mayıs 2016, 20:20

AKP iktidarıyla birlikte adını daha sık duyduğumuz Yavuz Sultan Selim, bir Alevi düşmanıydı.

Osmanlı‘da Aleviler, bugüne benzer yöntemlerle asimile edilmeye çalışılıyor, “ihtidaya” (din değiştirme) zorlanıyordu. Tarihçi Mehmet Bayrak, yazı dizisinde Osmanlı’dan bugüne Kızılbaşların devletle çelişkisini ve devletin asimilasyon yöntemlerini anlatıyor.
 

OSMANLI’NIN ‘İHTİDA’ VE ‘ASİMİLASYON’ POLİTİKALARI KARŞISINDA ALEVİLİK - 1. BÖLÜM

 

İnsanlık tarihi boyunca hemen tüm uygarlıkların ırmak boylarında ve deniz sahillerinde boy verdiğini görüyoruz. Bu çerçevede Dicle ve Fırat havzası ile Doğu Akdeniz sahillerinin ve  Nil deltasının özel bir yeri vardır.

Binlerce yıl öncesinden bu coğrafyada yaratılan birçok uygarlık ve kültür, özellikle yine aynı coğrafyada semavi dinlerin  ortaya çıkmasıyla birlikte bir gerileme sürecine girer. İnsanlık tarihi boyunca gerçekleştirilen buluşlar ve keşiflere ilişkin literatür, bu gerileme ve kısırlaşma sürecini açıkça ortaya koyuyor.

Bir semavi din olarak Musevilik’le başlayan bu gerileme, Hristiyanlığın çıkışıyla yeni bir ivme kazanır ve Müslümanlık’la doruğa ulaşır. Çünkü Müslümanlık, bir yandan bu dinlere cephe alırken bir yandan da özellikle Kuzey Mezopotamya’nın en kadim ve en yaygın dini olan Zerdüştilik’e savaş açar.

İslamlık, kaynağını ve yayılmasını şiddete dayandırdığı için önünde en büyük engel olarak gördüğü Zerdüştiliğe tüm gücüyle saldırır. Mecusilik -yani Ateştapıcılığı- olarak nitelendirdiği Zerdüştilik ve onun devamı olan Mazdekçilik, bu dinin en büyük hasmıdır. Bunun içindir ki Mazdekçilik, İslamiyet adına savaştığını söyleyenlerin başlıca boy hedefi, bu inancın yayıldığı coğrafya da başlıca talan bölgesidir. Sonraki çağlarda devam eden kavgaların ana eksenini de bu çelişki oluşturur.

İlk Kürt yazılı edebiyat ürünlerinden olan 7. yüzyıla ait bir şiirde Halife ordularının yaptığı yıkım ve kıyım, bugünün Türkçesiyle şöyle dile getirilir:

 

Kutsal yerler yıkıldı, kutsal ateşler söndü

Büyüklerin büyüğü (Ahuramazda MB) kendini gizledi

Arap zulmü Şehrizor’a kadar

Tüm köyleri harabetti.

Kadınlar ve kızlar esir alındı

Erkekler kendi kanlarında boğuldular

Zerdüşt inancı yalnız bırakıldı

Hürmüz’ün (Ahuramazda MB) hiçbiri için

Bağışlaması olmayacak...

 

Kadim inançlar üzerinde bir karabasan

Kısaca geçmişi 2000 yıla giden bir süreçte semavi dinler, özellikle de Müslümanlık, eski din ve inançları yok etmek ve kendine dönüştürmek için zoraki bir mücadeleye ve asimilasyona girişmişti. Anadolu ve Mezopotamya’da aynı süreç Selçuklular döneminde de devam etti. Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Sultan Alpaslan’ın veziri Nizamülmülk, İslamlığın katı kurallarıyla donanmış, Batıni düşüncelerin düşmanı, tam bir softaydı. Eseri Siyasetnâme, bu düşüncelerinin örnekleriyle doludur.

Nitekim 1239’da ortaya çıkan Babailer İsyanı, sınıfsal özünün yanı sıra bu anlayışa bir tepki olarak ortaya çıkmış ve bunun izleri yüzyıllar boyunca Kızılbaş/Alevi önderlikli halk hereketleriyle kendisini göstermişti.

Bu topraklarda Selçuklular döneminde kurumlaşmaya başlayan İslami düşünce, gerek kutsal sayılan din kitaplarının yakılması, gerek Babai ve Işık tekkeleri gibi ibadet yerlerinin yıkılması, gerekse zaman zaman başvurulan toplu kıyımlarla Alevilik’i tasfiye etmeye çılışırken Hıristiyanlık kalıntılarına da hoş bakmıyordu. Sözgelimi inanç sistemleri ve ibadet biçimleri Alevilerinkiyle birçok benzerlikler gösteren ve sonradan Tendrokit adını alan Paulusyenlere hayat hakkı tanınmıyordu. Geçmişte Kilise, bunları kiliseye zorlarken daha sonra Cami, bunları ya kiliseye ya da camiye sokmaya çalışıyordu. Bunlar ise asimile olmamak için ya dağlara ya da Kapadokya, Urfa ve Mardin bölgesinde görüldüğü gibi kaya kovuklarına ya da yeraltı sığınaklarına sığınıyorlardı.

Mazdekçilerin kalıntısı Şemsilerin yanı sıra Kilise’ye ve Cami’ye sokulamayan bu unsurlar, zaman içinde ya yitip gittiler ya da Alevilik ve türevleri içinde eridiler. Aleviliğin yayılım coğrafyası ile bu unsurların geçmişte yaşadıkları bölgelerin kesişmesi ve örtüşmesi, bu açıdan anlamlıdır.

 

Bektaşiliğe giden ince yol

Alevileri sürekli denetim altında tutma ve mümkün olduğunca asimile etme politikası, Osmanlı’nın devlet olmasıyla yeni bir kimliğe bürünür.

Beylikler sisteminin son bulması ve siyasi erkin tek merkezde toplanmasıyla Osmanlı, yeni bir yönelime girer. Bu yeni yöntem, Babai hareketinin önderlerinden olup halk arasında saygın bir yeri bulunan Hacı/Hace Bektaş-ı Veli’ye izafeten, devlet kontrolünde yeni örgütlenmelere gitmektir. Alevileri yok edemeyen ve camiye çekemeyen irade, bu kez bir ara formüle başvurur: Bektaşi Tekkeleri...

Yapılacak ilk iş, Hacı Bektaş-ı Veli’ye yeni bir don biçmektir. Bunun için onun hayatını ve felsefesini anlatan Menakıbnâme’ler düzmek gerekmektedir.        

Yazarının kimliği bile karartılan böyle bir Menakıbnâme ile Hacı Bektaş ve onun öğretisi gerçek niteliğinden uzaklaştırılarak bunun yerine devlet yanlısı ve İslami bir yamayla kaplanmış bir giysi giydirilmeye çalışılır. Böylece Aleviler, hem devletin yanına çekilecek hem de İslamiyete yaklaştırılacaktır. Bir yandan da Babailiğin devamı olan “Halk Bektaşiliği” altan alta konumunu devam ettirecektir.

Öte yandan Yavuz Selim’le birlikte Osmanlı Devleti, yönünü Balkanlar’a da çevirmiş ve bu bölgelerde de genişleme çabasındadır. Bölge halkları Hristiyan olduğu için bu bölgelerde kalabilmek için de Bektaşi tekkelerine ihtiyaç vardır. Hristiyan unsurları İslamiyet’in katı kurallarına çekmek mümkün olmadığı için bir köprü görevi gören Bektaşi tekkelerine gereksinme vardır...

Bektaşi tekkeleri, bu misyonu hakkıyla yerine getirir. Başka bir söyleyişle, gerek Anadolu’daki Türkmen Alevileri, gerekse Balkanlar’daki Hıristiyan halklar arasında birer asimilasyon ve kolonizasyon örgütü olarak görev yaparlar.

Nitekim kuruluşlarından itibaren bu güdümlü tekkelerin yeri, Kızılbaşların yanı değil Osmanlı hanedanının yanı olur. Şah Kalender İsyanı gibi birkaç tikel olay dışında genellikle Anadolu’da Alevi önderlikli halk hareketlerinde Saray’ın yanında yer alırken Balkan Bektaşileri de bu hareketlerin amansız düşmanı olur. 

Sözgelimi 17. yüzyıl Priştineli Bektaşi şairlerinden Seyyid, bu güdülenmeyi şu sözlerle dışa vurur:

 

Yetmiş kâfir öldürmekten sevaptır Kim öldürür ise bir Kızılbaş’ı...

Bektaşi tekkelerinin Osmanlı ile ters düşmesi, Osmanlı’nın gerileme süreciyle birlikte bu tekkelerin gelir kaynaklarını geri almaya başlamasıyla ortaya çıkar. Osmanlı, devşirme Hristiyan çocuklarından oluşturduğu ve yeri geldikçe Anadolu Alevilerine karşı kullandığı Yeniçeri Ocakları’nın bu tekkelerle olan manevi bağı dolayısıyla uzun süre bu tekkeleri tasfiyeye yanaşmaz. 

Ancak kimi Bektaşi babalarının 1789 Fransız Burjuva Devrimi ideologlarıyla görüşmesi, aradaki ipleri biraz daha gerer ve nihayet 19. yüzyıl başlarında II. Mahmut, giderek yönetimi için bir tehlike halini alan Bektaşi tekkelerini kapatarak ana tekkelerin bahçelerine birer cami diker ve buralara Nakşibendi hocalar atar. Şehir tekkelerinin çevresi zaten camilerle doludur.

 

Halife Yavuz Selim dönemeci

Yavuz Sultan Selim’in halifeliği alarak yeni bir zırha bürünmesi, Osmanlı-Kızılbaş çelişkisini iyice büyütür. Halkının önemli bir bölümü İslamiyet’i benimsemese de o, Selçuklu yönetimi doğrultusunda tercihini açıkça ortaya koymuştur. Dahası, doğusunda kendisini Kızılbaş olarak sunan büyük bir rakip vardır: Safevi Devleti’nin kurucusu Şah İsmail (Hatayi). Aslında bazı tarihçiler “halifelik” zırhının ve yetkisinin daha Fatih Sultan Mehmed döneminde fiilen kullanılmaya başlandığını ifade ederler.

Yavuz, ilk iş olarak gerek kendi memleketlerindeki Kızılbaşlarla, gerekse de rakip-komşu Kızılbaşlarla mücadele edebilmek için işe, referanslarını Kur’an’dan alacak İslami bir kılıf bulmak zorundadır. O da Şeyhülislamlarına ve  güdümündeki diğer din adamlarına bunu yaptırır. Bu din görevlileri, hazırladıkları fetvalar ve dini risalelerle Kızılbaşları diğer kitap sahibi kâfirlerden bile tehlikeli ve katli vacip bir zümre olarak sunar.  

Saddam’ın kaynağını Kur’an’daki Enfal Suresi’nden alan katliamları gibi Yavuz da Kuran’ı referans göstererek bir defada 50 binden fazla Alevi’yi katleder ve birçok yeni huzursuzluk ile katliama kapı açar. Zaten daha Trabzon’daki valiliği döneminde bile bölgedeki gayrimüslimlere yönelik “Ya şeref-i İslâm ile müşerref olalar/ Ya da tümünü siyaset eylerim” buyruğuyla niyetini ortaya koymuştur.

Ondan sonra gelen Osmanlı padişahları da gerek dini gerekse sınıf önderlikli halk hareketlerinde aynı yöntemi izler. 16. yüzyılın sonlarında ve 17. yüzyılın başlarında insanları kuyulara doldurarak öldürmekten dolayı adı “kuyucu”ya çıkan Hırvat asıllı Kuyucu Murat Paşa’nın yaptığı katliamlar tarihe bir kara leke olarak geçer.

 

300 yıl önce aynı yöntemler

17. yüzyılın başlarına gelindiğinde Alevi kimliğini katliamlarla yok edemeyen Osmanlı yönetimi, yeni bir asimilasyon yöntemi uygulamak ister. Ünlü din bilginlerinden Şeyh Aziz Hüdai Efendi, cuntacıların 1980’li yıllarda yaptığını 300 yıl önce yapmayı önerir: “Her Kızılbaş köye bir Sünni imam atanmalı...”

Ancak bıyığının kesilmesini kimliğine hakaret olarak gören Kızılbaş köyüne cami yapılıp Sünni imam atanmasının çelişkileri daha da büyüteceğini algılayan Osmanlı yönetimi, bu öneriyi hayata geçiremez. 

16. yüzyılda iyice yoğunlaşan Kızılbaşların cezalandırılması, kitaplarının toplatılarak yakılması gibi uygulamalar sonraki dönemlerde de devam ettiği gibi 18. yüzyılda Afyon yöresinde Kanyiyici Bekir Paşa adında bir Osmanlı yöneticisinin Emre adındaki bir Kızılbaş köyünde tüm köylüleri tekkeye doldurarak ateşe vermesi türünden olaylara da rastlanıyordu.

 

II. Abdülhamid, Kızılbaş ve Êzîdî Kürtlere yöneliyor

II. Mahmud’un Bektaşi tekkelerini kapatarak tekke bahçesine cami yapıp Nakşi din adamları atamasıyla başlayan yeni süreci yukarıda vurgulamıştık. Tanzimat’la birlikte Osmanlı, Batı’ya yöneliyor ve Batı’nın dayatmasıyla azınlık haklarının korunacağına dair güvenceler veriliyordu. Bu çerçevede Protestan Kilisesi, kendisiyle manevi bağı bulunan Hristiyan Ermenilerle kontakt kurarken o güne kadar horlanan, dışlanan ve katledilen Kızılbaşlara da el uzatıyordu. Kızılbaşlar ise hem kimi ortak paydalardan hem de o güne kadarki dışlanmışlık duygusundan dolayı bunları kendilerine yakın buluyorlardı. (Bu ilişki çerçevesinde bilince çıkarılan birçok misyoner raporuna ve bilimsel incelemelere ilk kez “Alevilik ve Kürtler” ve “Êzîdî, Kızılbaş, Yaresan Kürtler” adlı kitaplarımızda yer vermiştik.)

Kimi Osmanlı mahalli yöneticileri ise bu Kızılbaş, Êzîdî ve Hristiyan yakınlaşmasını “siyaseten” mahzurlu görerek ya mahallerinde tecziye (cezalandırma) yönüne gidiyor ya da durumu Saray’a rapor ediyorlardı. Kuşkusuz bu durum, Panislamizm hareketine sarılan II. Abdülhamid yönetimini rahatsız ediyor ve Protestan kilisesinin faaliyetleri yasaklanıyor, buna karşılık bu etkiyi kırmak üzere Katolik Kilisesi’nin faaliyetlerine izin veriliyordu.

Gerçekten Islahat Fermanı’nın diğer azınlıklara getirdiği haklara rağmen bu tarihlerde özellikle Kızılbaş Kürtler ve Êzîdîler ile Hristiyan Ermeniler üzerindeki baskılarda bir artma görülür. Bu, önce bölgedeki misyoner ve gezginlerin, daha sonra da yerli halkın baskıya maruz kalmasıyla kendisini gösterir. Bu anlamda II. Abdülhamid yönetimi gerek Kürt Alevi ve Êzîdîler, gerekse Ermeniler açısından bir dönemeç niteliğindedir. O, ne pahasına olursa olsun bu unsurları elde tutma amacındadır. Bu nedenle de bir yandan Müslüman ve Türk unsurlar lehine ekonomik ve sosyal fermanlar çıkarırken bir yandan da “İslami birlik” stratejisi temelinde Sünni Kürtleri yanına çekebilmek için Hamidiye Alayları uygulamasına başvuruyor ve Kürt blokunda ruhsal bir parçalanma yaratıyordu.

II. Abdülhamid yönetiminin bu uygulamasını “Şeriatın Osmanlılaştırılması“ olarak nitelendiren Prof. Dr. Selim Deringil, konuya ilişkin önemli çalışmasında; bu uygulamanın özünü “resmi ideoloji olarak dinin yeniden yorumlanması, Hanefi mezhebinin resmi inanç (mezheb-i resmiyye) biçiminde  öne çıkarılması“ olarak belirliyor. (Bkz. S. Deringil: İktidarın Sembolleri ve İdeoloji/ II. Abdülhamid Dönemi/ 1876- 1909; YKY, İst., 2007)

Hanefi mezhebinin oldum olası “mezheb-i resmiye” olarak Osmanlı hükümdürlarına en yakın mezhep olduğuna vurgu yapan yazar, Abdülhamid yönetiminin “misyonerlerle mücadele” örtüsü altında bu mezhep dışında kalan tüm unsurları “ihtida” ya da “asimilasyon” yöntemiyle bu mezhep yoluyla İslam’a çekmeye çalıştığını belirterek şöyle diyor:

“II. Abdülhamid’in hükümranlığında, Osmanlı bürokrat/ entellektüelleri açısından, yeni bir emperyal/ milli ideoloji arayışının esası olarak temel İslami kurumlara, yani Şeriat ve Hilafet’e yeni bir içerik kazandırma yönünde bilinçli bir girişim ortaya çıktı.” (Age, s. 71)

Bu konuda birçok somut örneğe de yer veren araştırmacı, sözgelimi Osmanlı yöneticisi Süleyman Hüsnü Paşa’nın, Irak’taki İslamdışı azınlıklara ilişkin 7 Nisan 1892 tarihli bir raporunu şöyle özetler: “Ayrıntılı Layihada; heterodoks ve sapkınların (fırak-ı dalle) resmi mezheple bütünleştirilmesini sağlamak üzere devlet tarafından alınması gereken önlemleri anlatır. İslam ve Hristiyanlığın çeşitli mezhep ve alt mezheplerine bölünmüş Türk, Kürt, Keldani, Nasturi, Ermeni ve Yahudilerden oluşan Irak’ın karmaşık etnik mozaiğinin çöküşüne ilişkin oldukça ayrıntılı bir girişin ardından şu yorumu yapar: “Yukardan anlaşıldığı üzere, devletin resmi mezhebine ve diline mensup olanların azınlığı oluşturduğu aşikâr iken, çoğunluk muhalefet güruhuna dahildir.” (Age, s. 71)

 

YARIN:

* Êzîdî Kürtler de nasibini alıyor

* Hamidiye Alayları’yla gelen kırılma

* Abdülhamit’ten İttihat ve Cumhuriyet’e Alevi politikası

 

MEHMET BAYRAK

devam edecek..

(Politika)

 

Bu haber 822 kere okundu
  • Bu haberi paylaşın:
UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik ve tamamı büyük harfle yazılan yorumlar onaylanmamaktadır.
Kategorisindeki Diğer Haberler
Demokratik Alevi Dernekleri (DAD), 4. Olağan Genel Merkez Kongresi’ni Dersi..