Hasan Hayri ATEŞ
Bir toplumun maddi varlığı toptan ortadan kaldırılamadığı sürece, fiziki soykırımın, toplumsal sürekliliği kesintiye uğratmadığını, soykırıma uğramış halkların yaşam pratiklerinden biliyoruz. Kuşkusuz buna en iyi örnek, Ermeni ve Yahudi toplumlarıdır. Yine Kızılderili, Aborijin ve Romanlar (Çingen) halkları da soykırıma uğramış, ancak toplumsal süreklilikleri kesintiye uğramamış devletsiz halklardandır.
On binlerce insanın katledildiği, bir o kadarının topraklarından sürüldüğü, çocukların Türk subaylarına evlatlık verildiği Dersim fiziki soykırımı da, toplumsal sürekliliği kesintiye uğratamamıştır. Dersim toplumu, soykırımdan sonra büyük oranda ayağa kalkabilmiştir.
Diğer yandan dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Anadolu ve Mezopotamya’da da kimisi büyük medeniyetler kurmuş birçok halk, kültürel olarak silinip gitmiştir.
Türkiye’de Lazlar’ın durumu bu bakımdan önemli bir veridir. Bu halkın kadim kimlik ve kültüründen geriye bir şey kalmamıştır. Lazların kadim coğrafyası Karadeniz, günümüzde artık Türk milliyetçiliğinin köklendiği bir alandır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, toplumlar için asıl tehlike, kültürü kuşaktan kuşağa aktaracak döngünün kırılmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda ulus devletler eliyle geliştirilen kültürel soykırım politikaları, halklar için en büyük tehdit ve tehlikedir.
Anthony D. Smith’in dediği gibi; “Gerçekte sona eren şey, halkların maddi varlıkları değil, farklı kültürleri, hayat tarzları ve bağımsız topluluk olma duygularıdır.”
Dersim’de kadim kimliğinin kendini geleceğe taşıma sorunu
Dersim, Kürt Alevilerin kültürel havzasıdır. Günümüzde kadim Dersim kültürel kimliği, soykırım kıskacında bir başkalaşım süreci yaşamaktadır. Dolayısıyla burada başlayacak olan çözülme ya da başkalaşım, Maraş, Malatya, Sivas, Adıyaman dahil çok daha geniş bir coğrafyayı etkilemektedir.
Diyanetin kuruluşu ve Alevi inancının yasaklanmasıyla birlikte, toplumu parçalayarak dağıtmak ve Horosan-Orta Asya efsanesi üzerinden murad edildiği gibi, Türkleştirebilmek için öncelikle inanç kimliği ve inanç önderleri hedefe konulmuş, itibarsızlaştırma faaliyetleri dizginsizce yürütülmüştür.
Cumhuriyetin keskin ideologlarından Naşit Hakkı Uluğ’un şu değerlendirmesi, Türk devlet politikalarına dair önemli bir veridir; “Dersim’de din, bir vicdan işi değildir. Din, seyidlerin elinde bir geçim yoludur, zorbalık vasıtasıdır. Din, cennet ve cehennem burada satılır ve dağıtılır. Dersim ahalisi seyidin elinde esirdir.”
Kuşkusuz N. Uluğ’un değerlendirmeleri, kişisel değildir. Halkı, ‘ağanın, seyidin esaretinden kurtarmak,’ Soykırım Harekatı’nın temel gerekçelerindendir. Nitekim Mülkiye Müfettişi Hamdi Bay’in raporu dahil, diğer raporlarda da “halk seyitlerin esiri ve onların elinde oyuncaktır,” denilerek şekavetin başı olmakla suçlanmışlardır.
Köylerde okulların açılması yalnızca dil kırımını hızlandırmamış; ilçe ve köylerde öğretmenler üzerinden insanların özel hayatına müdahale süreci başlatılmış, çocukların anadillerini evde kullanmasını engellemeye yönelik yoğun bir baskı mekanizması oluşturulmuştur.
Şark Islahat Planı’nıyla kurulmasına karar verilen yatılı okullarla amaçlanan bellidir. Bu okullara stratejik rol biçilmiştir. İnanç, hafıza ve dil kırım başta olmak üzere, bir bütün kültür kırım mekanları olarak düşünüldüğü ve devşirme ocağına dönüştürülmek istendiği, Şark Islahat Planı ile çok açık dile getirilmiştir.
Bu kapsamda Sıdıka Avar’ın 1938’le başlayan, Dersimli kız çocuklarına yönelik çalışmaları bilinmektedir. Bir şekilde kırımdan kurtulmuş, sürgüne gönderilmeyip, topraklarında kalan ailelerden zorla kopartılan binlerce çocuk, yatılı okullara doldurulmuş; hafızaları silinerek geçmişlerinden, ailelerinden, akrabalarından, doğdukları yerlerden kopartılmıştır. Ayrıca Dersim’de 60’lardan itibaren yatılı okulların sayısının arttırılması, tesadüfü değildir. Sürgünden dönen ailelerin çocukları da, köylerden toplanarak bu okullara doldurulmuştur. Böylece daha 1960’ların ortalarından başlayarak nesiller arası dilsel kopukluk yaratılmış ve Türkçe’nin tercih edildiği bir süreç başlamıştır.
Bu politikaların sonucu, köy dışında orta ya da yüksek dereceli okullarda eğitim almış, siyasi bilince sahip nesiller, kendi aralarında Türkçe konuşmayı tercih etmiş; aileler bunları örnek göstererek, diğer çocukları teşvik etmiştir. Bir dönem, “Tunceli insanı, İstanbul Türkçesi gibi, Türkçeyi düzgün kullanmaktadır,” şeklindeki övgüler hatırlardadır. Köylerde bile asimilasyonist uygulamalar karşısında sergilenen bu edilgen durumun, özellikle “Dersim 1938 Soykırımı”nın Dersimlilerde yarattığı ve sonraki nesillere yansıyan travmadan kaynaklandığı kesindir.
Dersim toplumunu, 1938’den beri çok yönlü kuşatmaya alan tekçi ulus devlet politikaları, dizginsiz sürdürülürken, 60’larda Avrupa’ya ve Türkiye metropollerine yönelik başlayan göç, kültürel aktarım kanallarının daha da zayıflamasını başlatmıştır. 1970’lerin politikleşme süreci de, Dersim kültürel kimliğini, olumsuz yönde etkilemiştir. Özellikle kaba materyalist yaklaşımların, inancın temel ritüellerini anlamsız görerek, değersizleştirmesi, mana kaybını hızlandırmıştır.
Ardından gelen 1980 askeri faşist darbesiyle birlikte, durum daha da ağırlaşmıştır. Fiziki soykırımda amacına ulaşamayan soykırımcı zihniyet, tarihsel hıncını kuşanarak, bir bütün toplumsal yaşamı, özellikle de inancı daha katı biçimde kuşatma altına almıştır. Bu dönemde Dersim’i Sünnileştirme, temel bir politika olarak belirlenmiş, bu amaçla yüzlerce cami yapılmış, insanlar buralara gitmeye zorlanmış, binlerce çocuk ailelerinden zorla alınarak, İmam Hatip Okullarına gönderilmiştir.
Dolayısıyla, “1930’ların sonundan, 1990’lara kadar yaşanan süreci, Dersim toplumunda hafıza odaklarının kesintiye uğradığı” bir dönem olarak yorumlamak, yanlış olmayacaktır.
1990’larda zirve yapan kirli savaş döneminde, köylerin, maruz kalınan yoğun baskılar, ya da zorla boşaltılması sonucu, zaten kan kaybetmiş olan Dersim toplumunu hepten dumura uğratmıştır.
Ancak bu dönemin tersinden bir etki yaptığına da, özellikle dikkat çekmek gerekiyor. Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı etkiyle, toplumda kimlik konusunda ciddi bir farkındalık ve bilinçlenme oluşmuştur. Bu dönem aynı zamanda dil ve kimliğe yönelik uyanışın yaşandığı ve ivme kazandığı süreç olmuştur. Kültür, sanat ve edebiyat alanındaki çalışmalar da bu dönemle birlikte ivme kazanmış, sözlü tarih çalışmaları yoğun bir şekilde başlamıştır.
Bugün Özgürlük Hareketi’ni olumsuzlayan, ancak daha önce Türkiye sol sosyalist hareketleri içinde yer almış birçok kişi ve kesimin, dil ve kimliğe yönelmesi de bu dönemle başlamıştır.
Sonuç Olarak
Köylerin boşaltılması, yaşam alanlarının daraltılması, HES ve benzeri uygulamalarla yok edilmesi, ve yaşayanların zorla göçertilmesi sonucu, gelinen aşamada Dersim toplumu, bir diaspora toplumuna dönüşmüştür. Türkiye metropolleri ve Avrupa’ya sürüklenmek sonucunda kendi anakarasından kopmak, özellikle yeni kuşaklar açısından kaçınılmaz olarak kültürün taşıyıcı dinamiklerinden uzaklaşmayı da beraberinde getirmiştir.
Yerelde ise şartlar gittikçe ağırlaşmaktadır. Karşı karşıya kalınan durum, güncelde Erdoğan/AKP-MHP faşizan zihniyetinin uyguladığı çok yönlü kuşatma politikalarıyla oldukça kritik bir aşamaya taşınmıştır. Devletin yeniden organize olmuş hali olan bu güçler tekçi, inkarcı, imhacı devlet aklının bu güne kadar başaramadığını, başarma iddiasındadır. Bu nedenle başta devletin ideolojik aygıtları olan Diyanet, Üniversite ve Milli Eğitim olmak üzere sivil ve askeri bürokrasi, çok daha organize şekilde seferber edilmiştir.
Anthony D. Smith, “Bir topluluk kulaktan kulağa kendi üyelerini yeterli sayıda yeniden ürettiği sürece, toplumsal süreklilik, kültürel kavrayıştaki küçük değişikliklerle birlikte, kendini geleceğe taşıyabilir” demektedir. Evet bir dilin kuşaktan kuşağa aktarılması, toplumsal kültürün temel olgusudur. Oysa Dersim toplumunun yaşadığı çok boyutlu kuşatmayla birlikte, dil konusunda mevcudu korumak bir yana, aktarım süreçlerinin büyük kesintiye uğradığı bir döneme girilmiştir.
Bugün Dersim’de, hem Kirmanckî/Zazakî hem de Kurmancî/Kirdaşî gündelik yaşamdan çekilmiş durumda. Köylerde yaşlılar dahi artık Türkçe konuşmaktadır. İnanç açısından Talip-Rayber-Pir-Mürşit ve Ocak döngüsü hepten kırılmış, itikadın temeli olan ikrarlık ve kirvelik unutulmuş, mitolojik anlatı ve efsaneler genç kuşaklara aktarılamaz olmuştur. Dolayısıyla hafıza kırım süreci de hayli kritik bir evreye ulaşmıştır. Kültürel kimliği yeniden üreten, toplumun manevi birliğini ve ortak duygulanımı sağlayan ritüeller de, yeni nesillerce sürdürülemez duruma gelmiştir.
En kabul edilemez olan ise devlet destekli geliştirildiği bilinen uyuşturucu ve fuhuşun, sosyal bünyede yarattığı çürümedir. Devletin yereldeki kolluk güçlerinin ve kimi yerlerde korucuların faili olduğu, çocuklara yönelik taciz ve tecavüz olaylarıyla birlikte, yaşanan intihar vakaları, her kesimi derinden düşündürmek zorundadır.
83. yılında soykırımı kınarken, elbette devleti yüzleşmeye davet etmek gerekiyor. Ancak gelinen aşamanın kritik önemi dikkate alınarak, karşı karşıya kalınan durum konusunda öncelikle Dersim duyarlılığı olan kesimlerin aynayı kendine tutması, hakikatle yüzleşmesi gerekiyor. Bu, suçlayıcı değil yapıcı, ayrıştırıcı değil birleştirici, yaralayıcı değil sağaltıcı bir dil gerektiriyor. Dersim kadim itikadının dar meydanı olan Görgü Cemi, yüzleşmek için en önemli referans kaynağıdır.
(Politika)