Bilim-Teknik GÜNDEMİ
İnsan dünyadaki çok farklı koşullara mükemmel şekilde uyum sağlayabilen tek canlı. Ekvatoral sıcaklıklarda, kutup soğuklarında da insan temelde alet yapabilme becerisiyle hayatta kalabiliyor. Buna yardımcı olan anatomik faktörler de tabii ki var.
Bilim insanlarına göre insanın gelişimi sırasında, insanlarla paralel olarak gelişen Neandarthaller ve Denisovanlardan aldığımız dört gen, türümüzün dünyadaki koşullara mükemmel uyum sağlamasına yardımcı oldu. Kimi bilim insanları bu genler olmadan insanların ancak sınırlı bir coğrafyada yaşayabileceklerini düşünüyor.
Tarihin bir döneminde bir arada yaşayan insanlar, Neandarthaller ve Denisovanlar Afrika ve Ön Asya’da karışarak melez çocuklar yarattılar. Halen günümüz insanlarının hemen hemen tümünde genlerin yüzde 2 ila 4’ünü Neandarthaller ve Denisovanlardan kalan genler oluşturuyor. Bu genler fiziksel yapımızdan, deri rengimize, saç rengimize kadar birçok faktörü belirlerken sağlığımızı da etkileyebiliyor.
Bilim insanlarına göre Neandarthal ve Denisovanlardan gelen 4 gen insanları bugün geldikleri noktaya taşımakta yardımcı oldu. İşte o genler ve yarattıkları etki:
Yüksek rakımda yaşam
Dünyada Tibet, Nepal gibi bazı ülkelerde insanlar çok yüksek rakımlarda yaşıyor. İnsan bedeni, özellikle dolaşım ve solunum sistemi yüksek rakımlarda yoğun stres altına giriyor. Yüksek rakımlarda yaşayan insanlar üzerinde incelemede bulunan Kaliforniya Üniversitesi’nden Emilia Huerta Sanchez, Tibetlilerin yüzde 80’den fazlasının Denisovanların genlerine sahip olduğunu ortaya çıkardı.
EPAS1 olarak adlandırılan gen, Denisovanlardan gelme ve insan bedeninin yüksek rakımlardaki düşük oksijen seviyesine uyumlu şekilde ayarlamalar yapmasını sağlıyor. Bu genin yüksek rakımlarda yaşayan insanlarda korunduğunu düşünülüyor.
Bağışıklık
Afrika’dan Ön Asya ve Avrupa’ya yayılan insanlar muhtemelen ilk yolculuklarında yeni parazitler, mikroplarla tanıştılar. Bu dönemde çok sayıda insanın yeni hastalıklar sonucu öldüğü düşünülüyor. Zaten bu alanlarda yaşayan Denisovan ve Neandarthallerle karışan insanlar ise bağışıklık sistemini geliştirdi. Bugün Ön Asya’da yaşayan toplulukların büyük bir kısmı bağışıklık sistemlerini Neahdarthaller ile Denisovanlara borçlu.
Kuzey insanlarının soluk benizliliği
Washington Üniversinden Benjamin Vernot ve Joshua Akey’in yaptığı bir araştırmada kuzey kesimlerde yaşayan insanların soluk benizlerini 9 nolu kromozom üzerindeki Neandarthaller genlerden aldıklarını tespit etti.
Bilim insanlarına göre az güneş ışığı alan kuzey ülkelerinde yaşayan insanlar, ışıktan D vitamini almak için daha soluk deri rengine sahip oldu. Bu soluk benizliliğin de zaten bu bölgede yaşayan Neandarthal nüfusuyla karışımdan elde edildiği düşünülüyor.
Buna benzer bir genetik miras da Asya’da var. Birçok Asyalıda 3 nolu kromozomdaki HYAL2 geni cildi güneşin zararlı ışınlarına karşı koruyor. Bu gen de Neandarthallerden insanlara geçme.
Soğuğa karşı dayanıklılık
Yapılan araştırmalarda 1 nolu kromozomda bulunan TBX15 ve WARS2 olarak adlandırılan genler Denisovanlardan insanlara geçme. Bu genler kahverengi yağ hücreleri oluşmasına yardımcı oluyor ve soğuğa karşı daha dayanıklı olunmasını sağlıyor.
Bilim insanları insanların kutup bölgesine daha da yaklaşmalarıyla Denisovanlardan gelen bu genlerin korunduğunu diğer bölgelerde ise baskılandığını düşünüyor.
Genlerimizdeki melezlik etkileri
Denisovan ve Neahdarthallerden insanlara geçtiği düşünülen diğer genler ve etkileri ise şunlar:
* Neandarthal DNAsının özel bir bölümüne sahip olan insanların gözünün arkasındaki kör nokta diğer insanlara göre 0.2 milimetrekare daha küçük.
* Neandarthallerden gelen TLR geni kedi ve mayt alerjilerine yakınlık oluşturuyor.
* Bazı Neandarthal genlerine sahip olan insanların kalp krizi geçirmek riski yüzde 1.4 daha fazla. Ayrıca bu kişiler depresyona daha yatkın
* Neandarthal genlerinin bir kısmı Lupus, tip2 diyabet riskini arttırıyor.
* Neandarthal DNA’sı siroz ve bazı karaciğer hastalıklarına daha yakın.
* Kızıl saçlıların tümü Neandarthal genlerinin insanlığa bir armağanı
Toz parçası büyüklüğünde kütüphane
Araştırmacıların geliştirdiği yeni bir veri depolama sistemi ile ABD’nin Kongre Kütüphanesi’ndeki tüm veriler biz toz parçasından biraz büyük bir hafızaya sığabilir.
Konuyu biraz daha ilginç hale getirmek için şunu belirtelim: ABD’nin Kongre Kütüphanesinde 29 milyondan fazla kitap, 58 milyon el yazması, 1 milyondan fazla hükümet belgesi, 33 bin gazete cildi, 500 bin mikrofilm, 4.8 milyon harita, 2.7 milyon da ses kaydı bulunuyor.
Araştırmacılar uzun yıllardan bu yana daha etkili veri depolama sistemleri geliştirmek için çalışıyor. Günümüzdeki teknolojiyle bilgisayar şirketleri birkaç bit oluşturmak için milyarlarca atom kullanıyor. Ve ortalama bir hard diskin içinde bir trilyon bit bulunuyor.
2012 yılında IBM 12 atomdan oluşan bit sistemi geliştirmişti. Bu şekilde bir byte için 96 atom yeterli oluyordu. Ancak Hollanda’daki Delft Üniversitesi’nden Sandet Otte ve ekibi bir atomdan oluşan bitler geliştirdiğini duyurdu.
Söz konusu depolama sistemi bakır zemin üzerinde klor atomlarından oluşuyor. Veri işlendiğinde Tarama-Tünelleme Mikroskobu (STM) olarak adlandırılan parça her bir atomun konumlarını değiştirerek 1 ya da 0 verisini elde ediyor.
Bu yöntemi test eden ekip 8 bitlik ASCII kodlarının yeniden oluşturularak ABD Kongre Kütüphanesinin 100 mikrometrelik bir küpün içine sığabileceğini ortaya koydu.
Tabii ki bu yöntem sadece labaraturlarda gerçekleştirilebiliyor. Herşeyden önce sözkonusu hafızanın çalışabilmesi için eksi 196 dereceye kadar soğutulması gerekiyor. Aksi takdirde atomlar birbirine yapışıyor.
Aynı zamanda hafıza oldukça yavaş. Sadece 8 bytelık bir veriyi yasmak bir dakika alıyor. Küçük sallantılar dahi hard diskin çalışmasını engelliyor.
Bilim insanları söz konusu teknolojinin büyük şirketlerin veri saklamasında yeni çözümler ortaya koyabileceğini düşünüyor.
Yerini yadırgamanın bilimsel nedeni
Kimimiz yabancı bir yerde kaldığımızda ne kadar konforlu olursa olsun yerimizi yadırgar ve iyi uyuyamayız. Bilim insanları bunun nedeninin beynin sol tarafının yabancı bir ortamdayken sürekli faal olmasına bağlıyor.
ABD’deki Brown Üniversitesinden Masako Tamaki öncülüğündeki bir grup bilim insanı bu fenomeni anlamak için bir deney gerçekleştirdi. 11 sağlıklı denekle hareket eden bilim insanları farklı yerlerde uykudayken deneklerin beyin faaliyetlerini inceledi.
Araştırma sonucunda beynin sol tarafının uykuya tam olarak geçmediği görüldü. Aynı yerde 1 hafta yattıktan sonra deneklerin beyin faaliyetlerini yeniden inceleyen bilim insanları sol tarafın uykuda normal haline döndüğünü tespit etti.
Ekibe göre bilindik ortamlarda beynin sol tarafı, çevresel değerlendirme ve güvenliği değerlendirmiyor. Bu nedenle uykuda beynin sağ tarafı gibi faaliyet gösteriyor. Ancak yabancı bir ortamda sol taraf uykuya tam olarak geçmiyor.
Doğada yunuslar ve bazı kuşlar uyku sırasında beyinlerinin yarısını çalıştırıyor. Bu şekilde düşmanlarına karşı sürekli tetikte kalıyorlar.
Tamaki ve ekibi aynı mekanizmanın insanlar için de işliyor olabileceğini belirtiyor.
Doğan Barış ABBASOĞLU