Gökkuşağı Yayınları'nın, Beyoğlu'ndaki Renkahenk Kültür Merkezi'nin Kıymet Yıldırımer ile birlikte kurucularından, araştırmacı Ahmet Mücek epey bir zamandır İsveç'te sürgünde. Yargıtay'ın malum 9. Dairesi bütün bu kültürel faaliyetleri sürdürürken Ahmet'i intikamcı bir tavır ile, 10 yıl önce çoktan tahliye olduğu halde ta 80'lerde, 90'larda kalmış dosyalardaki müebbet hapis kararını onaylayarak, ülkeden ayrılma durumunda bıraktı. Şu anda 9. Daire'nin yargıçları hapiste, ama ne fayda! Aynı kafa çok daha acımasızca kararlar vermeye devam ediyor. Ahmet Mücek, hapiste, geçen yıl kaybettiğimiz Edgar Hilsenrath'ın, 1915 soykırımını maddah tarzında anlattığı "Son Düşüncenin Masalı"nı hapisteyken Türkçeye kazandırdı. 12 Eylül rejimini çözümleyen önemsenmesi gereken iyi araştırmalar yayınladı. Ortadoğu'nun globalleşme sürecini irdeledi. Daha sonra dünyadaki barış süreçleri üzerine yoğunlaştı. Sri Lanka deneyimine ilişkin kitabı yayınlandı. Filipinler barış süreci incelemesi ise yayınlanmak için epey zamandır bantta. Yayıncılığın zor durumu herkesin malumu... Sırada bekleyen önemli bir çalışması, matbaadan yeni çıktı, taze mürekkep kokusu ile: "TÜRKİYE'NİN TARİHİ VE EKONOMİK POLİTİK YAPISI 1838-2016" (Belge Yayınları, Şubat 2019). Doğan Avcıoğlu ve Yerasimos'un kitaplarından sonra uzun bir dönemi kapsayan bir çalışma. Bu vesileyle Ahmet Mücek'e sorular yönelttik.
Nerelisiniz, nerede büyüdünüz, eğitiminiz?
1960 Elazığ doğumluyum. İlk, orta ve lise eğitimimi burada tamamladım. Daha sonra İstanbul’da Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’na kayıt yaptırdım. Ancak devam etmedim. Okul meselem İsviçre dahil birçok girişim sonrasında hep sürüncemede kaldı. En nihayetinde Stockholm’de üniversite eğitimine nokta koyabildim. 1970’li yıllların ikinci yarısında yoğunlaşan toplumsal gelişme ve çatışmalar öğrenci hareketi özelliğini hızla yitirmekte ve genel anlamda söyleyecek olursam emekçi halkın faşizme karşı mücadelesine dönüşmüştü. Oligarşinin yürüttüğü iç savaş politikaları karşısında, bu süreçte Devrimci Yol saflarında aktif siyasal faaliyetler içerisinde bulundum.
Hakkınızda kaç dava açıldı? Ne kadar hapis cezası aldınız? Kaç yıl, hangi hapishanelerde kaldınız?
12 Eylül askerî darbesi sonrasında tutuklandım. İstanbul Devrimci Yol davasında idam istemiyle yargılandım. Selimiye, Davutpaşa, Metris ve Sağmalılar Özel tip cezaevlerinde (ve bu arada bir süre hastanelerde olmak üzere,) altı yıla yakın süren tutukluluk sonrasında tahliye edildim. Daha sonra gıyabımda süren yargılamalar neticesinde –beni tahliye eden aynı heyet tarafından- müebbet hapis cezası verildi.
Müebbet hapis cezası aldıktan sonra, 1986 sonu ve 1987 yılı başlarında Türkiye’de kalmamın koşulları yoktu. Hiç arzu etmediğim halde yurt dışına çıkma zorunda kaldım. İsviçre’ye iltica ettim.
İsviçre’den Türkiye’ye neden döndünüz?
Yurt dışında, üstelik mültecilik koşullarında yaşamayı hiç düşünmemiştim. Belki garip gelebilir ancak benim açımdan yaşayabileceğim yegane ülke yalnızca Türkiye oldu. İsviçre’de yerleşmiş ve normal bir yaşam sürdürüyordum. Türkiye’de yaşamak ve dünya görüşüm doğrultusunda çalışmalarımı sürdürebilmek amacıyla dönüş yaptım. Başka bir nedenim yoktu. Tabii bu arada gıyabi tutukluluğum devam ediyordu. O koşullarda Türkiye’ye dönmeyi göze almıştım.
Döndükten sonra hangi yayınevini kurdunuz? Neler yayınladınız?
Dönüş sonrasında Gökkuşağı Yayınları kuruldu. Burada devrimci dünya görüşümüze uygun sol-sosyalist bir yayın çizgisi oturtma arzusu vardı. İlk yayınlarımız arasında Devrimci Yol seçmeler vardı. Keza benim çevirdiğim Meksika’da Zapatistlerle ilgili “Marcos’un Mektupları” örnek olabilir. Bunun dışında yeni çalışmalara yer vermek bir başka amacımızdı. Bu anlamda Nalan Türkeli’nin “Varoş’da Kadın Olmak” bu yaklaşıma uygun yayınlarımızdan biri olmuştu.
İkinci kez hangi iddia ile neden tutuklandınız?
Ben yurt dışından belli bir misyonla dönmedim, dediğim gibi asıl arzum Türkiye’de yaşayabilmekti. Ancak olası siyasi gelişmelerde bir devrimci olarak yer alma ve elimden geldiğince katkıda bulunma gibi bir düşüncem vardı. Ancak bu sırada Devrimci Yol referanslı tartışmalarda yaşanan gelişmelerde ben bugün ÖDP çizgisinde bulunan siyasal anlayışın dışında kalmamın daha doğru olacağını, siyasal çalışmaları bir yasal parti girişimi dışında sürdürebileceğim, bunun mümkün olabileceği saikiyle hareket ettim. Neticede yürüttüğümüz siyasal faaliyetler –ki burada söz konusu olan zaman dilimi 1993-1996 arasını- faşizmin “bin operasyon” yürüttüğü ağır baskı ve terör sürecini kapsamaktaydı. Bu dönemde yürütülen operasyonlar neticesinde tutuklandım.
Muhtelif hapishanelerde –Ümraniye, Sakarya, Gebze, Bayrampaşa ve Kandıra F Tipi Hapishanelerinde- geçen on bir yılın ve toplamda 17 yılın ardından tahliye edildim.
İkinci hapisten sonra ne yaptınız? Hangi kurumu kurdunuz? Neler yaptınız bu kurumda? Bu dönemde yayınladığınız dergi ve kitaplar nelerdir?
Hapishaneden çıktıktan sonra ciddi sağlık sorunlarım vardı. Öte yandan yapmak istediğim siyasal-kültürel çalışmalara yoğunlaşmak istiyordum. Gökkuşağı Yayınları atıl durumdaydı. Bu sırada İstiklal Caddesi üzerinde yüz yılllık tarihî bir bina olan Olivio Han’da uzun ve meşakkatli bir restorasyon sonrasında Rengahenk Sanatevi’ni açtım. Rengahenk ismi Can Yücel’in kitabından esinlenmeydi. Burada kısa sürede oldukça güzel ve son derece yararlı olduğunu, iz bıraktığını düşündüğüm çalışmalar yaptık. Gökkuşağı Yayınları burada tekrar faaliyete geçti. Ayrıca “Çerçevesiz Sanat” adlı bir dergi çıkarmaya başladık. Sanata çerçeve konmaz diyenler bir araya geldi ve Çerçevesiz Sanat Dergisi doğdu.
Çerçevesiz Sanat Rengahenk Sanatevi’nde cisimleşen bir anlayışın ürünü oldu. Rengahenk, bütün renklerin uyum içinde bulunabileceği bir yer olmayı hedefledi. Bu amaçla Çerçevesiz Sanat Günleri gerçekleştirdi. Resim, müzik, heykel, tiyatro, karikatür, sinema gibi farklı disiplinlerin iç içe geçtiği bu Çerçevesiz Sanat Günleri, bu anlayışın basılı bir metne dönüştürüldüğü Çerçevesiz Sanat Dergisi düşüncesini doğurdu.
Burada ayrıca tiyatro, sinema, belgesel, dil, müzik, resim atölyeleri vb. çalışmalar yapıldı. Deniz Koçak tarafından fotoğraf atölyesi açıldı. Sergiler düzenlendi. Bunlardan biri Çocukların Gözünden Tarlabaşı olmuştu. Çeşitli konularda panel ve toplantılar, seminerler düzenlendi. Konserler yapıldı. Vartkes Keşiş “Keops” grubuyla burada çalışmalar yaptı. İstanbul İmpro, Tiyatro Boyalı Kuş, Ezilenlerin Tiyatrosu, yine Esmeray “Cadının Bohçası” burada sergilenmişti. Her hafta “Bir Yönetmen Bir Film” toplantılarımız vardı. Bunlardan biri örnekleme açısından Ümit Kıvanç tarafından hazırlanan “Kazım Koyuncu Belgeseli: Şarkılarla Geçtim Aranızdan” idi. Yine yönetmen Enis Rıza belgesellerinin gösterimi burada yapıldı. Bunların dışında çeşitli etnisiteleri tanımayı/tanıtmayı amaçlayan etkinlikler düzenlendi. Bunlardan Afro-Türkler yüz yıllık bir aradan sonra Rengahenk’te düzenlenen etkinlikle “dana bayramı” olarak bilinen geleneklerini tanıtmış oldular. Yine “ezilen kadınlar” temalı düzenlenen bir dizi etkinlik sürecinde İsveç’ten gelen katılımcılardan Prof. Eva Lundgren’in kadınlara yönelik şiddeti konu edinen bilimsel çalışması “Şiddetin Normalleştirilme Süreci” adlı kitap “Rengahenk Sanatevi yayını olarak basıma hazırlandı. Bu çalışma Türkiye’nin dört bir yanından kadınlara ücretsiz ulaştırıldı. Daha burada sayamayacağım onlarca, yüzlerce uluslararası olanlar dahil faaliyetlerin altına imza attık.
İsveç’e neden gelmek zorunda kaldınız? Ne kadar zamandır İsveç’tesiniz? Kaç kitap yazdınız İsveç’te?
Tahliye oldum. Ancak 12 Eylül dönemindeki komedi tekrarlandı. Tahliye edildiğim davadan bir müebbet hapis cezası daha aldım. Sonuçta her şey yolunda gidiyor derken tekrardan tutuklanma tehlikesi ortaya çıktı. Bu nedenle 2009 başlarında İsveç’e geldim. Burda yaptığım çalışmalar Belge Yayınları’nca basıldılar. Belge Yayınları’nda “Orta Doğu’nun Globalleşmesi”, “Sri Lanka’da Barış Süreci Nasıl Gelişti, Neden Yürütülemedi?” ve son olarak “Türkiye’nin Tarihi ve Ekonomik Politik Yapısı” olmak üzere üç kitabım çıkmış oldu.
12 Eylül sürecini ve sonrasını tartışmaya açtınız, bundaki yaklaşımınız ne oldu?
Özel olarak 12 Eylül sürecine dair söyleyebileceğim kısaca Rengahenk Sanatevi çalışmaları kapsamında, o dönem katılanlar bilirler, “12 Eylül Devam Ediyor” başlığı altında çalışmaların yürütülmesiydi. Bu kapsamda 12 Eylül öncesi toplumsal-siyasal mücadeleleri anlatan belgesel ve film çalışmaları, panel ve toplantılar tertipledik. Dostluk ve Dayanışma Vakfı tarafından hazırlanan “Maraş, “Fatsa”, “Yeni Çeltek” belgesellerinin gösterimi ve tartışmalar yapıldı. Benim 12 Eylül ve genel olarak askerî darbelerle ilgili çalışmalarım yine bu döneme rastlar ve zaten bu çalışmalarla paralel gelişti. “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği” ve “Türkiye’de Askeri Darbeler” bu dönemde yayına hazırlanmışlardı. Özel olarak 12 Eylül ve genel anlamda o döneme kadar Türkiye’de gerçekleştirilen askerî darbelerin arka planlarını emperyalizm ve uluslararası ilişkileri ekseninde ortaya koymak bu konulardaki sis perdelerinin aralanmasına, kafa karışıklıklarının giderilmesine katkıda bulunmak istemiştim.
Ayrıca o süreçte başlatılan “Ergenekon Operasyonları” vesilesiyle “Asimetrik Savaş ve Provokasyon Süreci” başlıklı çalışmamla AKP-Cemaat koalisyonunun sol liberallerle kolkola hâkim kılmak istedikleri “askerî vesayetle hesaplaşma” algısının tersine kontrgerilla operasyonlarına dair bir yaklaşım sunmaya çalıştım. Bugün artık özel olarak kurulmuş olduğu herkesçe malum olan “Taraf” gazetesinin yönlendirme ve tetikçiliğinde yürütülen operasyonların -AKP-Gülen cemaati ittifakı- bir başka operasyonu -bir Amerikan operasyonunu- gizlemeye dönük muhtevasını ortaya koymaya çalışmıştım.
Barış süreçleri ilgi alanlarınızdan biri, niçin? Kürt sorununun çözümsüzlüğünü, demokratikleşmede bir engel olarak mı görüyorsunuz? Hangi kitapları yazdınız?
Aslında “Sri Lanka’da Barış Süreci Nasıl Gelişti, Neden Yürütülemedi?” kitabımda ve muhtelif makalelerimde ortaya koymaya çalıştığım şey bizzatihi ABD önderliğinde emperyalist merkezlerde dokunan şu meşum “barış süreçleri”nin iç yüzüdür. Emperyalist tahakküm ve işgal politikaları bugün BM ve diğer uluslararası kurumların sağladıkları meşruiyet ortamında doğrudan “barış operasyonları” olarak lanse edilmektedir. ABD’nin bu kurumlar üzerinde yeterli ikna gücüne sahip olmadığı durumlarda buna dahi gerek duyulmadan doğrudan müdahaleler yapılmaktadır. Bu müdahale ve işgallere dair Afganistan’dan Suriye ve Irak’a yüzlerce örnek, geçtiğimiz yıl İran ve güncel anlamda Venezuela’daki darbe girişimi üzerinden somutlanmıştır.
İç savaş süreçlerindeyse ABD önderliğindeki uluslararası koalisyonların öncelikleri her daim neo-liberal politikaların önündeki engellerin temizlenmesi ve buna uygun kurumsal-idari yapıların oluşturulması olarak saptanmaktadır. Birçok örnekte Sri Lanka, Filipinler ve en son Kolombiya’da FARC ile imzalanan “barış anlaşması” neo-liberal politikaların ve buna uygun kurumsal düzenlemelerin muhalif hareketlere kabul ettirildiği bir çerçeveye sahiptir. Bunlar olduktan sonra “çatışmaların sona erdirilmesi” ve son derece sınırlı kırıntı sayılabilecek “demokratik haklar” isyancı harekete adeta bahşedilmektedir. Kolombiya hükümetiyle anlaşma imzalandıktan sonra FARC liderlerinin yakınmaları bu durumu yeterince izah etmektedir. Son derece ağır bir iç savaş neticesinde yenilgiye uğrayan Sri Lanka’nın Tamil hareketi bugün taleplerini –örneğin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde- adaylardan veya partilerden birine “rica” olarak iletebilmektedir.
Anlatmak istediğim, yaldızlı “barış anlaşmaları”nın yalnızca yeni-sömürgeci ilişkilerin ilerletilmesi ve yeniden tanzimi üzerinden kurgulandıklarıdır. Emperyalist ülkeler ilgili ülke yönetimleriyle işbirliği halinde devrimci hareketleri ve halkların muhalefet hareketlerini sivil-asker kurumlardan sivil toplum örgütlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede manipüle etmekte, sınıf mücadelelerinin sönümlenmesini “barış anlaşmaları” vasıtasıyla sağlamaya çalışmaktadır. Bugüne kadar ki gelişmeler bu doğrultuda oldu. Sri Lanka deneyiminde bunu göstermeye çalıştım. Filipinler deneyimi bu konulara daha farklı perspektifler getirmektedir. Bu örnek çalışmalar üzerinden devrimci hareketlerin masa başlarında nasıl ezilmek istendiklerini göstermeye çalıştığımı söyleyebilirim.