Dersimli Şair-Yazar Nesimi Aday, 81. yılında Dersim Tertelesi ile ilgili dosya haber hazırladı. Dosyada dünyadaki soykırım örneklerine yer veren Aday, “Amerika kıtasında ‘beyaz adamların’ Kızılderili yerlilere uyguladığı soykırım ile İngilizlerin, Aborjinlere yaptığı soykırım hala lanetlenmekte. İnsanlığın daha yakın tarihinde ise Nazilerin Yahudi ve Çingenelere yaptığı katliamlar hatırlanır. Sayısız film ve kitabın yazılarak lanetlendiği holokost, Almanların özür dilemesiyle bir nebze acıları dindirmiş oldu. İnsanlık tarihinin yüz karası olaylarında biri olan Dersim katliamı ise bu oranlarda görülmedi, duyulmadı” dedi.
İşte Şair-Yazar Nesimi Aday’ın hazırladığı dosya haber…
Dünya Kan Akan Munzur’un Sesini Duymadı…
“İnsanlık tarihi ne yazık ki cinayetler, katliamlar ve soykırım hikayeleriyle doludur. Havva ile Âdem’in çocukları arasında başlayan kardeş kavgası çağlar boyu sürecek bir cinayetin suflesi oldu. Kâbil’in Hâbil’e vurduğu ‘hançer’, Cemal Süreya’nın dizesiyle ‘iki ciğer arasında bağlantı kuran’ bir yaraya dönüştü.
Amerika kıtasında ‘beyaz adamların’ Kızılderili yerlilere uyguladığı soykırım ile İngilizlerin, Aborjinlere yaptığı soykırım hala lanetlenmekte.
İnsanlığın daha yakın tarihinde ise Nazilerin Yahudi ve Çingenelere yaptığı katliamlar hatırlanır. Sayısız film ve kitabın yazılarak lanetlendiği holokost, Almanların özür dilemesiyle bir nebze acıları dindirmiş oldu.
İnsanlık tarihinin yüz karası olaylarında biri olan Dersim katliamı ise bu oranlarda görülmedi, duyulmadı. Çünkü o yıllarda Dersimlilerin (Kürtlerin) seslerini duyuracağı iletişim araçları yoktu. Dönemin iktidar erkleri el birliğiyle bu katliamı yapıp üstünü kapattılar. Dünyada eşi benzeri az bulunan bir zalimliğe imza attılar. Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadılar. Munzur’un günlerce kan aktığını bilen az oldu.
Yakın geçmişte Dersimli gençlerin büyük kısmının gönül verdiği Sovyetler Birliği Komünist Partisi bile eğilip Dersim’in yarasına bakmadı.
1937 yılında Türkiyeli bir komünist tarafından, Komitern’in yayın organı Rundshan için şu yazı kaleme alınmıştı: “İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara Hükümeti, Dersim bölgesindeki Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor. Bu bölgeye geçtiğimiz yıl Tunceli adı verilmişti. Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu. Feodal unsurlar, Kemalist parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen, bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır.”
1938 Katliamı’ndan yaklaşık 30 yıl sonra Dersim’de siyasi faaliyet yürüten sosyalist yapılar da Dersim katliamına dair (istisnalar hariç) bir anma, bildiri, miting vb çalışma yapmadılar. Bunun sebebinin yukarıdaki bakış açısıyla alakalı olup olmadığı araştırmaya değer görülüyor.
DERSİMLİLERİN YAS GÜNÜ: ROZA ŞAÊ-ROJA REŞ
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık olaylarından birisi olan Dersim 1938 kırımının yapılmasına karar verildiği 4 Mayıs 1937 tarihi, ‘roza şaê – yas günü’ olarak anılıyor.
Dersimliler, 60 binden fazla insanın katledildiği, Munzur nehrinin kan aktığı bu kanlı tarih üzerinden 81 yıl geçmesine rağmen gerçek bir yüzleşmenin yapılmasını bekliyor.
Dersim’de 1937 ve 1938’de yaşananlar Birleşmiş Milletlerin ilgili kriterlerine göre bir soykırımdır. Soykırım (genocide) tabirini 1944 (ve 1948) yılında dünya literatürüne sokan Lemkin’in belirttiği tüm kriterler Dersim Katliamı’nda uygulanmıştır.
DERSİM, ALEVİLERİN RIZA ŞEHRİ
Kadim Dersim coğrafyası, Kürt (Zaza – Kurmanç) yoğunluklu bir nüfusa sahip olsa da, Süryani, Ermeni ve Türklerin de yaşadığı bir halklar bahçesiydi. Devletin baskıcı uygulamalarından kaynaklı (Ermeni katliamında olduğu gibi) bu sosyal çeşitlilik büyük oranda dağıtıldı ve kayboldu.
Fakat yine de Anadolu ve Kürdistan Alevileri için ‘anavatan’ imgesi taşıyan Dersim, 72 millete bir nazardan bakan bir inanç felsefesinin yaşamı şekillendirdiği bir ‘rıza şehri’ olarak, kültürel zenginliğimizin parçası olmaya devam ediyor hala.
Otoriteye baş eğmeyen, bağımsız ve özgür olmayı yaşam şekline dönüştüren Dersim, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar hemen tüm iktidarlar tarafından operasyon yapılması gereken bir coğrafya olarak anıldı. Bu düşüncelerini ‘Dersim bir çıbandır ve derhal kesilmesi gerekiyor’ ifadesiyle rapor etmişlerdi. Bu ‘çıban’ görülme halinin Osmanlıdan günümüze pek de değiştiğini söyleyemeyiz.
Padişahların hakim olmak için ferman çıkardığı, Şeyhülislamların ‘katli vaciptir’ dediği Dersim’e (Tunceli) yapılan askeri operasyonların sayısı dahi bilinmiyor. 1907, 1908, 1909, 1916, 1926, 1930, 1931, 1935, 1937 ve 1938’de büyük çaplı on askeri harekattan bahsedilebilir. Dersime açılan bu savaşlardan 1926 tarihli Kocan Direnişi ile 1930 yılında cereyan eden Pülümür Hareketi, Dersim Katliamı’nın artçıları olarak görülebilir.
Yapılan tüm askeri operasyonlar başarısızlıkla sonuçlanmasından kaynaklı ‘sel seferlerinden’ dönen askerlerin ‘’Dersim’e sefer olur ama zafer olmaz’’ sözü bu ‘başarısız’ seferlerden sonra kavramsallaşacaktı.
YAVUZ SULTAN VE ŞAH İSMAİL SAVAŞINDA DERSİM
1800 yılında Dersim ve Kürdistan üzerine sefere çıkan Gürcü Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa, Dersim aşiret liderlerinden 150‘sini Erzincan’a görüşmeye çağırıp, tümünün kafasını keserek katletmişti. (Bkz. M.Bayrak)
Yusuf Paşa, hac ziyareti dönüşü Harput Maden bölgesine gelip oradan özellikle ‘’Rafızi Ekrad/ Kızılbaş Kürt’’ dediği ve Seyid Rıza’nın da bağlı olduğu Şeyh Hesananlıları vurmuştu. Paşa katliamlarını meşrulaştırmak için de Dersimlilerin ‘oruç ve namaz gibi İslam esaslarını inkar eden, dinsiz ve sapkınlar olduklarını’ söyler.
Şakir Paşa, 1899 ‘‘Dersim’de Nakşibendi tekkelerinin kurulması ve Nakşi Şeyhlerinin atanması’’ gerektiğini rapor etmiş padişahtı. Padişah da Kürtçe bilen Nakşi şeyhlerin bölgeye gönderilmesini ve bu şeyhlerin maaşlarının da gizli ödenekten karşılanmasını emreder.
Günümüzde de Sünni devletin, kendi Alevi dedelerini yaratıp, toplum içinde ikilik yaratma çabalarının olması bu ilhak geleneğinin sürdürülüyor olduğuna dair gösterge niteliğindedir.
Yine, Abdülhamit tarafından Osmanlı ordusunun modernleştirilmesi için görevlendirilen Alman Van Der Goltz da Dersim’e milyonlarca Müslümanın yerleştirilmesini önerir. Ama bu düşünce de sosyolojik değişim yapacak oranda pratik bulanmaz.
Dersimi ilhak ve asimile etmek için yapılan program ve saldırılar ne ilk ne son olacaktı. Savaşla kazanamayanlar, Dersim’i barajlar aracılığıyla yok etmenin olanaklarını aramaya başlamıştı. Osmanlı devlet adamları ta 1896 tarihinde bir siyasi proje olarak, Dersim’de barajlardan bahsederler.
Zeki Paşa, Babıâli’ye gönderdiği ‘Dersim Islahatı Hakkında Layiha’da ‘’Halkın birbiriyle irtibatını kesmek için kordon ve karakollar kurulmalı’’ önerisi yapmış. Yani ta 1896’da bölgenin coğrafi yapısını deforme edip, demografik yapıda tahribat yaratmak için projeler yapılmış. Bugün güncel olan Munzur Barajları problemine buradan bakmak daha objektif sonuçlara götürebilir bizi.
SÜNNİ KÜRTLER YAVUZ’UN SAFLARINDA
Jandarma Komutanlığı adına hazırlanan gizli ibareli ‘’Dersim’’raporunda ise “Eğer Yavuz’un garazı Dersim’in yalçın dağları içine girebilmiş olsaydı, herhalde Dersim’i de bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük” denilmektedir. Görüldüğü gibi Alevilerin makus tarihi değişmiyor hiç. Kendisine dair hep bir saldırı planı yapılmıştır. 1935 yılında çıkan Tunceli Kanunu’nu da buradan okumalı.
Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’in liderliğinde yaşanmış olan Çaldıran Savaşı Kürdistan tarihinde önemli bir yer tutar. Sünni Kürtler çoğunlukla Yavuz Sultan Selim saflarında yer alırken, Alevi Kürtler ise tercihlerini Şii olan Şah İsmail’den yana yapmışlardı. Bu ittifak sonucunda Sünni Kürt beyleri 1514 yılında imzalanan Amasya Anlaşması gereğince özerklik alırken, Alevi Kürtler ve Alevi Türkmenlerin payına da Yavuz’un keskin kılıcı düşmüştü. Yavuz Selim, 40 bini aşkın Alevi’yi kılıçtan geçirerek, tarihin en büyük katliamlarından biriyle anılacaktı. Katliamdan kurtulan Aleviler ise ‘şaha gidecek kapı bulamayıp’, dağları mesken tutup yeni ve zorlu bir yaşamın kapılarına düşecekti.
19. yüzyıla kadar çeşitli beylik ve sancaklar altında yaşayan Kürtler daha sonra siyasallaşmanın etkisiyle ulusal taleplere yönelmiş ve isyanlarla sosyo-politik taleplerini görünür kılmaya başlamışlardı. Bu süreçte Aleviler ise inançlarını dağların kuytuluklarında bir sır gibi saklayıp, yol süreğini, zarar görmüş olsa da günümüze değin taşıyacaklardı.