“Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti, yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti.” Neyzen Tevfik.
Türkiye Cumhuriyeti devleti her zaman ve her alanda Türk ve “Sünni-Hanefi” olmayanlara karşı farklı bir politika ve hukuk uygulamıştır. Çünkü kuruluş felsefesinin özünde tekçilik ve inkârcılık vardır. Tekçilik Türk ve “Sünni-Hanefi” olmayan herkesi ret ve inkâr etmekle sınırlı kalmadı. Ret, inkâr ve asimilasyon politikalarını kabul etmeyenler düşman olarak ilan edildi. Hayatın her alanında “Türk- Sünni-Hanefi” (buradada Türk-Sünni-Hanefi derken, sistemin onayladığı Sünnilik ve Hanefilikten söz ediyoruz.) olmayı kabul etmeyen herkese, bu tekçi ve inkârcı rejime karşı çıkanlara da sürekli yad (yabancı) hukuku uygulandı.
Kemalist kalemşörler ve kimi siyasi kişilikler yıllarca Dersim katliamı konusunda toplumu manipüle ettiler ve yanlış algı operasyonlarıyla toplumu yönlerdiler. Bunların başlıca tezleri şöyleydi: Efendim Dersim halkı feodaldı, Dersim’de ağalık vardı, devlet “aşiretçi-feodal” yapıya karşıydı, bölge halkının geri kalmasını istemiyordu. Devlet, “feodalizmi” ortadan kaldırıp Dersim’e “medeniyet” götürecekti ama Dersim ileri gelenleri bu medeniyet vasıtalarına karşı çıktılar. Halkı devlete karşı kışkırttılar, karakollara saldırdılar ve Dersim’e “medeniyet-uygarlık” getirmek maksadıyla yapılan köprüyü yıktılar. Ne yapsın devlette karşılık verip Dersim üzerine askeri harekât düzenledi.
Tekçi-inkârcı Kemalist kalemşörlerin yazdıkları ve kimi siyasetçilerin söyledikleri koca bir yalandır. Niye yalandır? Çünkü dönemin İçişleri Bakanlarından Şükrü Kaya Dersim için şöyle diyor; “Bu bölgeye 1876’dan itibaren birkaç kez askeri harekâtlar düzenlendiği halde “köklü bir çözüm” sağlanamamıştır.” Şükrü Kaya’nın deyimiyle Dersim’e “köklü çözüm” getirmek için kendisinin de yazdığı rapor olmak üzere, Dersim’le ilgili yazılan onlarca raporda Dersim’in ıslahından ve Dersim üzerine askeri harekât düzenlenmesinde söz edilmektedir.
Dersim 1937–1938 katliamına giden süreçte devletin değişik kademelerinde görev yapan yöneticilerin hazırladıkları raporlara bakmakta fayda var. Çünkü 1937 yılıyla birlikte Dersim’de başlatılan “Dersim Tedip ve Tenkil Harekâtı”, bu raporlarda belirtilen görüşler çerçevesinde yapılan planlamaların sonucu olarak gerçekleştirilmiştir. Bakın daha 1926’da Dersim devlet raporlarından nasıl tarif edilmiş: “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.” Peki, “meseleyi halletmek” için hangi tür yöntemler öngörülmektedir: “A- Bütün Dersim’in hariçle münasebetini kat ederek (keserek) bu yüzden taarruzlarına ve ticaretlerine mani olmak, aç kalacak halkı zamanla kendiliğinden ilticaya icbar etmek (zorlamak) ve şu suretle Dersim’i fenalardan tahliye. B- Her tarafı esaslı surette kapadıktan sonra ihata çemberini tedricen darlaştırmak ve fenalıklardan dolayı yakalananları derhal Dersim’den çıkararak (Sürgün) Garba atmak ve serpiştirmek.”
Dersim konusundaki katliam sürgün planlamalarına da yer verilen en detaylı “rapor-kitap”, Jandarma Umum Komutanlığı’nın hazırladığı ve 1932 yılında “kişiye özel” 100 adet basılan “Dersim” adlı rapor-kitaptır. Bu rapor-kitapta, 1896 yıllarından itibaren düzenlenen Dersim harekâtlarıyla ilgili bilgilerin yanı sıra, asker sivil yöneticilerin hazırladıkları raporlarına yer verilmektedir. Kitabın “Lahika” bölümünde de Dersim’e yönelik planların askeri harekâta ilişkin planlar, krokiler, kimlerin nerelere sürüleceğinin listeleri bulunmaktadır. Jandarma Umum Kumandanlığı’nın “Dersim” başlıklı kitabına göre, Dersim raporlarının ilki 1896 tarihli Şakir Paşa Raporu’dur. Bu rapor, “1896 Kararnamesi” olarak da anılır.
1932 yılında Jandarma Umum Komutanlığı tarafından hazırlanan Dersim Raporu ise açık sözlülüğü ve cüreti açısından bu raporlar arasında müstesna bir yer işgal etmektedir. Bakın orada “sorunun halli” nasıl özetleniyor: “Hulâsa, Dersim evvelâ koloni gibi nazarı itibara alınmalı, Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mahzar kılınmalıdır” denilmektedir. Alevilere ve Kürtlere yönelik sistematik asimilasyon (“eritme”) uygulandığı tespitini yapanlara şiddetle köpüren ‘Sol maskeli’ Kemalistler ve Kemalizm yörüngesindeki Sol kesimler bu satırları iyi okumalıdırlar. Zira İttihatçı-Kemalist rejiminin burada açık bir itirafı söz konusudur.
Devlet, 1925 yılından itibaren bir dizi yasa ve düzenlemeyi yürürlüğe sokar. Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri’nin Kuruluşu Kanunu, 24 Mart 1925’te kabul edilir. 8 Eylül 1925 tarihinde Şark Islahat Planı Kararnamesi hazırlanır, başta Cumhurbaşkanı, Başbakan ve tüm hükümet üyelerinin imzasıyla kanunlaşır. Hükümet aynı yıl “Şark Islahat Planı”nı uygulamaya koyarak, bölgeye sert ve sıkı tedbirler ve yasaklar getirir. Takrir-i Sükûn Yasası ve İstiklal Mahkemeleri kurmakla yetinilmez. “Umum Müfettişlik”ler kurulur. Yani Mareşal Fevzi Çakmak’ın deyişiyle bir tür “koloni yönetimi…” Önerinin sahibi İsmet İnönü’dür. Gerekçesi ise, “bölgede daha güçlü bir yönetim” oluşturulmasıdır. 25 Haziran 1927’de 1164 sayılı kanunla Umum Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun kabul edilir.
1930’da 15 bin kişinin katledilip Zilan Deresinin cesetlerle doldurulduğu günlerde, tekçi-inkârcı-ırkçı anlayışın (rejimin) en tepelerinde bizzat yer almış İsmet İnönü şunları söylüyor: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” Yine aynı günlerde Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt da şu meşhur sözleri sarf ediyor: “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” İşte Kemalizm’in özü budur: Tepeden inme, zorla asimilasyonla, halklara kendi ulusal varlıklarını inkâr ettirerek bir Türk ulusu (“Sünni-Hanefi”) yaratmak.
14 Haziran 1934’te Türkiye’yi üç bölgeye ayıran 2510 Sayılı İskân Kanunu çıkarılır. 25 Aralık 1935’de bir nevi sıkıyönetim kanunu olan 2884 Sayılı Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun çıkarılır ve Dersim’in adı Tunceli (‘Tunç Eli’) olarak değiştirilir. Tunceli Kanunu ile katliam hazırlıkları birer program halinde yürürlüğe sokulur. Ardından Birinci Umumi Müfettişlik bölgesi kapsamında bulunan Elazığ, Tunceli-(Dersim), Erzincan ve Bingöl’ü içeren Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik kurulur. 4. Genel Müfettişlik bölgesi olarak ilan edilen bölgeye Koçgiri kasabı Sakkalllı Nurettin Paşa’nın damadı, General Abdullah Alpdoğan Genel Vali olarak atanır. Dersim’in kimi yerleşimlerine, Karaoğlan, Sin, Haydaran, Danzig ve Pah gibi stratejik merkezleri bucak yapılır. Bu bucaklarda karakol inşaatlarına başlanır. Elazığ’da bir İstiklal Mahkemesi kurulur.
Bütün bunlar yapılırken, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’de 1 Kasım 1936’da, TBMM Açılış konuşmasında bizzat şunları söyler: “Dâhili işlerimizden en mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dâhilde bulunan işbu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salâhiyetler verilmelidir.” Genel Vali Alpdoğan, 1936 yılı ortalarında Dersim’de silah toplamakla işe koyulur, adli kayıtlara geçen 3.700 kişiden silahlarını teslim etmeleri istenir, bunlardan 2.000’i silahlarını teslim eder ancak Vali Alpdoğan bütün bunlarla da yetinmez, Dersim halkı üzerinde baskı üzerine baskı uygular. Sonunda Dersim bir açık hava hapishanesine döner.
Yukarıda bahsi geçen kanunlarla adı “devletin Tunç-Eli” çağrışımı yapacak şekilde Tunceli diye değiştirilen Dersim’de yasak bölge ilan edilir ve giriş çıkışlar özel izne tâbi tutulur. Böylece Dersim üzerine tam bir abluka başlatılmış olur. (Bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilir.) Devamında Seyid Rıza tuzağa düşürülerek yakalanır. Düzmece (göstermelik) mahkemede yargılanan, Dersim ileri gelenlerinin çoğu yaşlıdır, çok az sayıda genç vardır. Öncelikle yargılanıp idam edilmeleri için Seyid Rıza’nın yaşı küçültülürken oğlunun yaşı ise büyütülür.
Seyid Rıza ve Yoldaşları dillerini ve kanunlarını bilmedikleri bir düzmece (göstermelik) bir mahkemede yargılanırlar. Doğru dürüst bir iddianame hazırlanmadan, çevirmen bulunmadan ve savunma hakları olmadan, yani adalet mekanizması işletilmeden, kısa bir süre içinde mahkeme sonuçlandırılır. Seyit Rıza ve yoldaşları idam cezasına çarptırılırlar. 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda Seyid Rıza ve 7 yoldaşının infazları acele bir şekilde gerçekleştirilir. Aradan yıllar (80 yıl) geçmesine rağmen, idam edilenlerin mezar yerleri bilinmemektedir. İhsan Sabri Çağlayangil’e göre “gömüleceği yer türbe olmasın diye cesedi yakılır.”(…)
Seyid Rıza ve yoldaşları, 22. 10 1937 tarihinde, Elazığ’da kurulan olağandışı mahkeme salonundalar. Bu düzmece mahkemede müebbet hapis ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılan Dersim ileri gelenleri de vardır, bunlarda cezaevlerine gönderilir. Bu düzmece mahkemeyle Dersim ileri gelenleri şahsında esas olarak Dersim Kızılbaş (Reya Heq-Hakk Yol-Alevilik) inancı cezalandırılmış olur. Seyid Rıza ve yoldaşlarının adaletsizce idam edilmesinin ardından Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, “Dersim meselesini ortadan kaldırdık, son verdik. Dersim müşkilesinden kurtulduk” der.
Seyid Rıza ve 7 yoldaşının idam edilmesiyle ve diğer yoldaşlarının cezaevlerine gönderilmesiyle yetinmeyen düzen güçleri (egemenler), Dersim’i “tedip ve tenkil” etmek üzere, yani terbiye etme ve topluca imha için 4 Mayıs 1938 tarihinde de, Bakanlar Kurulu kararı ile Dersim üzerine askeri hareket başlatırlar. Bu harekâtta çocuk, kadın ve yaşlılarla birlikte, Ocakzadeler ve insani kâmiller de katledilirler. Dersim’in dağlarında, ırmaklarında kan ve gözyaşı sel olup akar! Zulümden kaçıp Mağaralara sığınmış olan çocuklar, kadınlar ve yaşlılar zehirli gazlarla, birçok canlı tanığın da anlatımlarıyla gündeme geldiği üzere, eşi görülmemiş canavarlıklarla (tüfek dipçikleriyle ve meşe kütükleriyle) katledilmişlerdir.
O kadar ki, Dersim harekâtlarında 2 ay görev almış olan 12 Mart darbecilerinden Muhsin Batur anılarında “okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum” demiştir. Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de Dersim’e düzenlenen hava harekâtında görev almış ve Dersimi havadan nasıl bombaladığını, insanları nasıl katlettiğini anılarında ballandıra ballandıra anlatmıştır! Katliamdan kurtulanlar ise ülkenin Dersim’den uzak diyarlarına sürgün edilirler. Binlerce kız çocuğu yurdun çeşitli bölgelerine hizmetçi olarak başka ailelere verilir.
Katliam sonrası Uşak’ta mecburi iskâna tabi tutulan Dersimliler.
1938’de Başbakan olan Celal Bayar’ın tanıklığına bir bakalım; Dersim’de gerçekleştirilen katliam için neler söylüyor: “Şimdi, Mareşal, Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı), ben Başbakanım. Atatürk malum… Üçümüz Dersim’de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Manevranın da sonuna gelmek üzereyiz. Üçümüz bir arada ‘Ordunun emniyeti bakımından strateji ne olmalıdır?’, onu görüşüyoruz. İkisi de Birinci Cihan Harbi’nde muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim. Malumatları geniş… Oradaki her şeyi biliyorlar. Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı… O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk…”
Bütün gerçekler apaçık ortadayken, bir kesim tarafından sürekli olarak Mustafa Kemal’i işin içinden sıyırma, temize çıkarma gayretleri sergilendi. (Açıkçası toplum manipüle edildi.) Dönem tek parti dönemidir, M. Kemal partinin (CHP) genel başkanıdır, aynı zamanda devlet başkanıdır yani Reisi Cumhurdur. Bütün bu olup bitenden Reisi Cumhur’un haberinin olmadığını ve hiçbir sorumluluğunun olmadığını söylemek ve savunmak toplumu manipüle etmek değil midir? Yukarıda da görüldüğü gibi dönemin Başbakanı Celal Bayar’ın 17 Eylül 1986 tarihinde Tercüman Gazetesine verdiği beyanatıyla her şey çarpıcı bir biçimde açığa çıkmaktadır.
Tüm bulgularda apaçık gösteriyor ki; Dersim’de izlenecek siyasetin ve işlenecek cinayetlerin (katliamın) başlıca mimarı, rehberi ve bizzat denetleyicisi Mustafa Kemal’dir. Hakikat apaçık ortadadır. Yukarıda M. Kemal’in 1 Kasım 1936’daki meclis açılış konuşmasında Dersim meselesini “korkunç bir çıban” olarak tarif edip, bu çıbanın “her ne pahasına olursa olsun temizlenip koparılması gerektiğini” savunduğunu da aktarmış bulunuyoruz! Dersim katliamında Mustafa Kemal’in haberi yoktu demek, trajikomik değil midir?
Dersimli mazlum kadınlar ve çocuklar!
Bu topraklarda, öz vatanımızda bizlere yaşatılan acılar ister istemez bizi düne götürüyor. Diğer katliamlar gibi Derim 37-38 katliamı da hepimizin ortak yarasıdır. Ancak; bu kırımı (katliamı-vahşeti) bırakın dünyaya kendi insanımıza dahi yeterince anlatamadık! Her şeyden önce bütün bu olup bitenleri toplumumuza anlatıp, yüzleşmeyi sağlamamız gerekmektedir. Tarih, dün, bugün ve gelecekle sıkı sıkıya birbirine bağlıdır, geleceğimizi özgür kılmak istiyorsak hakikatlerden kaçmamamız gerekmektedir… Egemenler tarihi kendi çıkarlarına uygun biçimde yazarlar, bunu da başta resmi eğitim sistemi yoluyla yaparlar. Bu yolla algı operasyonunu kendi çocuklarına yaptıkları gibi, bizim çocuklarımıza da yaparlar. Bu gidişatı durdurmak için bizimde büyük bir gayret çaba göstermemiz gerekmektedir. Aşk İle.
İletişim: Mehmet_k.34@hotmail.com
1-Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in, Şubat 1926’da hükümete sunduğu rapor!
2-1931’de Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali (Öngören’in yetkililere sunduğu rapor!
3-Milliyet, 31 Ağustos 1930.
4-Milliyet, 19 Eylül 1930.
5-Tercüman, 17 Eylül 1986.
6-Hasan Saltık-Kalan Müzik Arşivi.
7- Mehmet Kabadayı, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Kitle Katliamları, Vesta Yay, 2015.