SABAHIN ALTISI...

5 Ocak sabahı, saat 6’da kapımızın çalındığını eşimin beni uyandırmasıyla öğrendim ve hemen kapıya yöneldim. ‘Kim o?’ soruma ‘Polis’ diye cevap verilince kapıyı açtım. Arama ve gözaltına alma kararını kaşla göz arasında bana gösterdiler. İlk gözüme çarpan büyük harflerle kısaltmalarıyla yazılmış bolca örgüt isimleri ve Artı Gerçek Gazetesi’nin ismi oldu. Bu kısa zaman içinde eşim arkadan yetişti bana. Eşim hijyen konusunda hassas olduğu için, ayakkabılarını çıkarmalarını ya da galoş giymelerini, içeride kapılara değmemeleri konusunda sert bir sesle uyardı beş erkek, bir kadın polisi. Kadın polis galoşla eşiğe basınca, ikinci sert uyarıyı da aldı ve galoşun üstüne ikinci bir galoş giymek durumunda kaldı. Ekibe apartman yöneticisi de katılınca odalarda aramaya başladılar. Ama kapıyı açtığım andan itibaren, aramanın bitimine kadar kamera hep açıktı. Her yeri benim ve eşimin eşliğinde büyük bir titizlikle aradılar. Bilgisayarımı, telefonumu ve flaş belleklerimi aldılar. Bir saati aşan bir aramadan sonra eşimin hazırladığı gözaltı çantamı da alarak polis otosuna binip, çıktık yola.

Bu nezaket Türkiye’nin her bölgesinde var derseniz asla katılmam size. Şiddetin de kendine has bir haritası ve bir iklimi olduğunu hepimiz biliyoruz zaten.

DOKTOR VE PARMAK İZİ

Evden çıkışımızla ilk uğrak yerimiz doktor kontrolü için hastane oldu. Ardından parmak izi için polis merkezine yöneldik. Önden, yandan ve arkadan fotoğraflarım çekildi. Sıra parmak izine geldi ve elektronik aletin başında istedikleri gibi parmak izlerini aldılar ve gözaltı merkezine doğru yol aldık. Bir müddet sonra parmak izi merkezine geri dönmemiz istendi. Döndüğümüzde gördüm ki, sağ elimin serçe parmak izi firar etmiş. Cezaevinde beslediğimiz serçemiz aklıma geldi ‘demek serçenin ruhu serçe parmağımda saklıyormuş kendini’ diye düşünerek içim bir hoş olmuştu. Görevlini bütün çabalarına rağmen bir türlü geri dönmüyordu serçe parmağımın izi. Programı kapatıp yeniden açtılar yine olmadı. Serçe sanki bir suçu varmış gibi bir türlü ele geçirilemiyordu. Sanırım bilgisayarı tümden kapatıp, açarak, programı yeniden başlatarak başarılı oldular.

GÖZALTILARDA CUMARTESİ VE PAZARIN ÖNEMİ

Öyle bir hale geldik ki, hiç bir tanım tam olarak karşılığını ifade edemiyor. Bir şiddet Cizre, Sur gibi Kürt kentlerinde yaşanan şiddetin boyutlarında olmadıkça şiddet olarak görülmüyor artık. Oysa benim için şiddet: Bir yurttaşın günlük hayatını yaşarken, devletin onu gözaltına alarak, günlük hayatından koparmasıdır ve şiddetin başladığı yer tam da burasıdır.

Gözaltına alınanlar bilirler. Eğer kişi cumadan gözaltına alınıyorsa, sonraki iki gün ekstradan zulüm yaşatılmak istenmesindendir. Bu durum iyi niyetle ifade edilecek bir hal değildir. O iki günün sabahları, akşamları, gece ve gündüzleri koparılmış bir kol gibidir acıtır durur o kişiyi. Eli bir şeye gitmez, korku ve tedirginlik gelip onun bütün saatlerine oturur. Üstelik onun o anına arkadaşlık edecek ne bir bardak çay, ne de bir dal sigara vardır; kendini yakar, kendini içer. O kişi için belki de önemli değildir, zamanla devlet alıştırmıştır o kişinin, o koşullarda da yaşama tutunmasını ama dışarıda kalan eşinin, dostunun kaygısı gelip yapışır, onun yakasına. Bu hal deli gömleğinden daha da kötü bağlar insanın elini, kolunu. Neyse; Dünya hala bir inşaat yeridir, çalışıyordum, terledim deyip elimizin tersiyle alnımızda biriken teri silip hayata devam etmek dışında başkaca şansımız yoktur...

CENNETİ ELİNDEN ALINMIŞ ‘SOSYAL TERÖRİSTLER’

Nezarethaneye varınca operasyonun da boyutlarını anlamıştık. O sabah İzmir çapında başlayan operasyon 12 kişiyi bulacaktı, 6-7 yedi kişi olmuştuk. Araf’ta oturmuş, cenneti elinden alınmış, cehennemde ne muamele göreceğini düşünen insanlar gibi sessizce oturmuştuk her birimiz bir yerde. Kimse kimseyi tanımıyordu. Anlaşılan orası yeni bir tanışma ve anı oluşturma mekânı olacaktı. İzmir’e annesiyle gelip yerleşmiş, burada yine kendi vatandaşıyla evlenmiş Kobanili ve turuncu kocaman bir can yeleği ile yakalanmış Afrinli ve Pazar günü geç saatte Siirt’te askerden alınıp getirilenlerle beraber öngörülen sayıya ulaşmıştık. İçimizde tek bir kadın vardı. Ayrıca ayrı ayrı zamanlarda getirilen FETÖ’cü üç kadın ve bir subay da bizimle beraber yemek yiyip, volta atar oldular.

AVUKATLARIN DEVREYE GİRMESİ

Gözaltına alındığım sabah, İHD İzmir şubesinden bir avukat, ÇHD’den diğer bir avukat arkadaş gelmişlerdi. Onlara bilgi verip avukat konusunu eşimin inisiyatifine bıraktığımı söyledim, Dışarıda bekleyen Duvar Gazetesi muhabirine bilgi yollamış, ilgisine teşekkür etmiştim. Daha sonra eşimin gönderdiği Av.Aysun Akşehirlioğlu ile görüşmüş, bu süreci beraber götürme kararı vermiştik. Sonra sevgili arkadaşım Av. İhsan Metin Erdoğan, Sedat Sanver’i dışarıda bırakarak yanıma gelmiş, benden bilgi almışlardı. Dar zamanların dostluğu için yepyeni bir sayfa açmak gerekirdi, öyle yaptım.

DOSYADA GİZLİLİK KARARININ OLASI NEDENLERİ

Avukatımın bütün girişimler dosyaya konan gizlilik kararı yüzünden sonuçsuz kalmıştı. Gözaltının gerekçelerini öğrenmek ve ona göre ifade verme şansımız baştan bizim elimizden alınmıştı. Karanlıkta yol almak dışında başka bir şansımız kalmamış gibiydi. Bilmediğimiz suçlamalarla karşı karşıyaydık. Anladığım kadarıyla ‘gizlilik kararı’ ile hedefe alınan kişiler önce gözaltına alınıyor, sonra tutuklamayı delillendirme yoluna gidiliyor.

PAZAR GECESİ BAŞLAYAN SORGU

Pazar gecesi polis sorgusuna başlamışlardı. Elimizde dosyaya ilişkin hiçbir bilgi yoktu. Avukatım Aysun hanımla baş başa görüştükten sonra oturmuştum ‘sanık sandalyesine’. İlk soru, Facebook sayfamda Mahir Çayan’ın fotoğrafını Neden paylaştığım biçimindeydi. Buna devamla, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Hüseyin Cevahir gibi uzayıp giden bugün aramızda olmayan devrimcileri ve onların örgütlerini neden sayfamda paylaştığımdı. Adeta bugün olmayan THKP-C, THKO, TİKKO gibi örgütlerin günümüz deyimiyle insan kaynaklarını yürütüyormuşum muamelesi yapılıyordu. Bunların her birinin ayrı soru olduğunu ve her soruya ayrı ayrı cevap verdiğimi düşünün. İşte tam orada, ONLARI başımın üstünde taşımam gerekiyordu. Tarihle pek barışık değildim. Çok kez o beni kırmış, çok kez ben yürümüştüm onun üstüne ama bana bu fırsatı verdiği için içimden teşekkür ediyorum tarihe, kayıt altına alınacak bu anı bana verdiği için...

Nüans farklarına rağmen bütün sorulara: ‘Ben, Fadıl Öztürk, 1975-1981 yılları içinde Devrimci Gençlik ve Devrimci Yol içinde yer alıp, üstüme düşen her görevi yerine getirmiş, 12 Eylül’den bir yıl sonra yakalanmış, yargılanmış, müebbet ceza almış, yüzlerce arkadaşım gibi yüksünmeden o cezayı 10 yıl yatmış, 1991’in 1 Ağustosunda dışarı çıkmış biriyim. Sonraki hayatımda reklamcılık, yayıncılık demir doğramacılık yapmış, dört şiir kitabı, bir deneme kitabı yayınlamış bir yazarım. Adını saydığınız bütün o isimler, Türkiye sol kültürlenmesinde katkısı olan liderler oldukları için her ölüm yıl dönümlerinde onları yâd etmişimdir. Bu bir ahtı vefadır.’ diye cevaplamış ve cevaplarım kayıt altına alınmıştı. Adı geçen her öldürülmüş, asılmış, işkencede öldürülmüş devrimcileri bu eksende cevaplayarak savundum. Dilerim, umarım ONLAR’ın üstümüzdeki haklarını ödemişimdir.

Burada sizleri bütün bir ifademin ayrıntılarıyla boğmadan ilginç olanları anlatayım. Abdullah Öcalan’ı neden paylaştığımı sordular ama bu soruyu hangi paylaşımımdan kaynaklanarak sordukları bilgisini vermiyorlardı. Çünkü son dönemlerde dosyalarda tanrının bir lütfu haline gelmiş ‘gizlilik kararı’ vardı. Benim ve avukatımın gözleri göz bağlarıyla bağlanmış biçimde, bir ip cambazı gibi ip üstünde yürümemiz isteniyordu. Öyle bir yeteneğimizin olduğunu ikimiz de orada öğrenmiş olduk.

Abdullah Öcalan sorusuna ‘Kurşunların vızır vızır üstümüzden, bedenimizden, ruhumuzdan geçtiği bu zaman diliminde, barışın dilinin kurşunların dilinden daha olanaklı olduğunu savunduğu için olabilir. Kurşunun yaralamak ve öldürmek dışında bir dili yoktur, Oysa barışın dili kurşunun dilinden daha olanaklıdır’ diye cevap verdim. Avukatım Aysun hanım facebook sayfamı biraz kurcalamakla öğrenmiş ki; 16 Temmuz 2016 günü Gündem Gazetesi’nde yayınlanan, eski mit müsteşarı Cevat Öneş’in ‘Öcalan’ın uyarısı ete kemiğe büründü’ başlıklı yazısını Öcalan fotoğrafıyla paylaştığım habermiş. Gel de Kötü Alışkanlıklar edinme…

Ali Haydar Kaytan’ı neden paylaştığımı sordular. Ali Haydar Kaytan haberinin başlığı olan ‘Biz yaşlı PKK’lılar son şansız’ sorusuyla sordular. Benim onlara cevabım: ‘Siz bana deyin ki, doğru değil.’ Çıktıktan sonra araştırdım haberi. Haber Alman Der Spiegel Dergisi’nin yaptığı bir röportaj ve bunu Sözcü Gazetesi’nde Ali Güler haberleştirmiş ve ben de haberi paylaşmışım, hepsi bu. Gel de Kötü Alışkanlıklar edinme.

Fehmi Altınbilek’e İstanbul Beşiktaş’ta yapılan suikastı konu eden haberi ‘Demek buraya kadarmış, Fehmi’ diye paylaşmışım. Cevabım: Fehmi Altınbilek olarak bildiğiniz adam yetmişlerin başında Tunceli Öğretmen Okulu’nda milli güvenlik hocamızdı. Kızıldere katliamından İbrahim Kaypakkaya’nın yakalanmasına varıncaya kadar olanları bir kenara koyun da, biz yatılı olarak okuyan çocukların burnundan getirdiği yetmiyormuş gibi, Kız Sanat Okulu’nun güzel müdiresiyle evlenmişti. Bu kadarı o başlığı atmama yetmez mi?

Örgüt falan diyorsunuz ya, açıklayayım size diye devam ettim sorguya ‘Ben üç örgüte üyeyim. Bunlardan biri İHD İstanbul şubesi, biri Dersim Araştırmaları Merkezi ve üçüncüsü de emekli olmak amacıyla Sosyal Sigortalar Kurumu’ dedim. Gülümsemeler kayda geçmedi ne yazık ki...

Artı Gerçek Gazetesi’nde yayınlanan ‘Sevinçlerin Başı Eğik: Ayşe Deniz Karacagil’ başlıklı yazıma ilişkin soruların ve Arin Mirkan, Paramaz Kızılbaş ve nice Kobani direnişçisine ilişkin soruların ayrıntısına şimdilik girmeyeceğim…

Sorgunun sonuna geldiğimizde: ‘Ben bir Kürt’üm asimle ettiniz ve ben bugün Türkçe edebiyat yaparak bu dilin kaynağına su taşıyorum. Bir dili diğer bir dille vurmayı asla yapmam, bunu bilin. Elbette devletin bu halimi takdir etmesini beklemiyorum ama bu muameleye tabi tutulmayı da asla kendime yediremiyorum’ cümlesini zapta geçirttim.

Uzatmamayım, yeri gelince ayrıntılarını keyifle paylaşacağım nice sorular ve benim cevaplarım olacak. Bütün bunları ‘örgüt propagandası’ yaptığım suçlamasıyla sordular. Sordular sorular aldılar cevaplarını. Ama mahkemeye vardığımızda, savcının ‘örgüt üyeliğinden’ tutuklanmam talebiyle hâkime sevk etmiş olduğunu öğrendik. Soruyorum size, sizin vicdanınıza: Karakolda doğru söyleyen, mahkemede şaşan kim?...

Sonuçta; Yurt dışı yasağı, İzmir il sınırları yasağı ve Pazar günleri karakola imza vermem şartıyla salıverildim. Evden pek çıkmayan bana bir şehri hapishane ettiler ve sevgili arkadaşımız Haluk Tekeli’nin deyimiyle; İzmirli bir kadınla evlenerek zaten İzmir müebbeti yemiştim, hâkimin bunlardan haberi yoktu.

Geçelim bütün bunları. Bu süreçte beni bin bir yerden destekleyenler teşekkür etmemi bekliyorsunuz. Beklentinizi karşılayıp, teşekkür etmiyorum hiçbirinize. Diyorum ki, hepinizi seviyorum. Gelin birbirimizi sevmekten vazgeçmeyelim ve devlet bizi sevmekten yargılasın...

begim siz
asla yaşlanmayacağınız yerlere
durmadan bayraklar asarken
cezayirli mülteci bir kadın
bir ispanyolla sevişiyordu
sevişmek en küçük örgüt
o kadın en uzun direnişti...