Köy Enstitüleri ya da Öğretmen Okulu mezunu olan öğretmenlerimiz, bize yabancı bir dilden konuşsalar da, ekseriyetle yöre insanlarıydı ve ‘bizdenlerdi.’
Sonradan anladığımız şu ki, bize tarihin o kadar yoğun anlatılmasının nedeni, belletilen ‘gerçeklere’ boyun eğmemiz ve başka bir kimliğe teslim olmamız içindi. Onlara göre tarih olup bitmişti ve biz, bize anlatılanı kabul edecek, Türk olarak kodlanan yeni kimliğimizi benimseyecektik.
Bu, aynı zamanda, kafamızda bir yığın çelişkinin oluştuğu ve kim olduğumuzu sorgulamaya başladığımız dönemdir.
Okulda yanıtını bulamadığımız sorularımızı biriktirir, yaz tatillerinde aile büyüklerimize sorardık. Babalarımızın yanıtları, çok muallak olurdu. Sözleri yuvarlar, öğretmenlerimize kulak vermemizi isterlerdi. Nine dedelerimiz ve annelerimiz ise, “Ma Kirmanc me. Welate ma welate Kirmanciyeyo. Rea ma, Rea Haq’iya” diyorlardı.
Bu dönemde bizler için İstanbul Türkçesi gibi düzgün Türkçe konuşmak, en büyük övünç konusuydu. Tatillerde, köy okuluna giden akranlarımızla yarışır, güzel konuşmamızla yatılı okullu olmanın farkını ortaya koyar, bolca övgü alırdık. “Tunceli insanı çok okur ve İstanbul Türkçesi gibi güzel konuşur” söylemi, oldukça yaygın şekilde dolaşımdaydı. Çocukları güzel konuştuğu oranda, babaların da göğsü kabarırdı.
Bu dönem, dil kırımının dolu dizgin yaşandığı yıllardı. Nine dedeler gidişattan kaygılıydı. Bu kaygıları dönemin kadın şairi Wakile şöyle dile getirmiştir: “Ra u welagî ke koti kowune ma/Mektevi ke koti dewune ma/Radone teyip ke koti çewune ma/Mıleti wayiri ke xo vir kerdi/ Sayiri ki xo vira kerdi.”
Nine dedelere kalırsa gidişat kayboluşa yazgılıydı. Onun içindir ki, aldıkları her nefeste torunlarına, “Xo vira mekere. Wayir veciye!” diye telkinde bulunurlardı. “Dilinizi unutmayın, itikadınızı unutmayın, yolunuzu unutmayın. Sahip çıkın!”
70’lerin ortalarından itibaren genç kuşakları esinlendiren yeni bir dalgaya tanıklık edildi. Kürtlük konusunda ve yaşanan soykırım hakkında bir duyarlılık oluşsa da, o dönem gördüğümüz dili, kimlik ve kültürü önemsizleştirerek uzak ülkelerden referansalar üreten, onların önder ve sembollerini sahiplenen bir söylemin, tüm Dersim’i sarıp sarmalamıştı. Türkçe, yoğun politik tartışmalarla birikte gittikçe gündelik hayatın da dili haline geliyor, en ücra mezralara kadar ulaşıyordu. Tahayyül edilen kurgusal bir dünya adeta gerçeklik yerine konuluyordu. Herkes ateşli bir tarafgirlik içinde, kendini bu hayalden dünyanın dip dalgasına kaptırmış gidiyordu. Ne yaşanmış olan soykırıma, ne hızla kırıma uğrayan anadile, ne de çözülme sürecini yaşayan itikadi yaşam ve bir bütün kültürel dokuya dair duyarlılık ve kaygı söz konusu değildi. Bilakis, feoadliteyle özdeş görülen geleneksel yaşam ve inanç sisteminin aşılması savunuluyordu. Bu, diyalektiğin kaçınılmaz yasası görülüyordu. Dönemin hakim sol-sosyalist algısı böyleydi.
Orta okul yıllarımızda pek çok öğretmenimiz de, taraftarlıklarını belirlemiş, boş çuval olarak gördükleri bizleri, artık başka fikirlerle doldurmaya başlamışlardı. Onlara göre zamanın en büyük sorunu, Dersim’de (Tunceli deniyordu) bir Kürt cereyanının gelişecek olması riskiydi. O nedenle Kürtçü, ulusalcı fikir ve akımlara karşı çok dikkatli olmak gerekiyordu. Ulusal burjuvazi devrimci karakterini yitirdiği için, ulusal meseleler artık tarih dışıydı. Ezilen bağımlı ulus olan Kürtlerin sorunları olsa da, Türkiye işçi ve köylülerinin sosyalizm davasına zarar gelmemesi için, çözümü devrim sonrasına bırakılmalıydı. Aslolan işçilerin-köylülerin, devrim ve sosyalizmin yüce davasıydı.
Ortaokul öğrencileri olmamıza rağmen, öğretmenlerimiz bizi bu fikirlerle koşullandırıyordu.
Derken, 12 Eylül askeri faşist darbesi ülkenin üzerinden bir silindir gibi geçiyordu. Dönemin sol soyalist gençleri hapishanelere dolduruluyor, Dersim’in hepten düşürülmesi için özel politikalar devreye konuluyordu. Kentin Valisi General Kenan Güven tarafından, yöre, camilerle donatılıyor; camilerin olduğu, ya da yenilerinin yapıldığı her yerde insanlar buralara gitmeye zorlanıyor, özellikle Cuma namazları zorunlu hale getiriliyordu. General Vali’nin bizzat kendisi köylere çıkıyor, ailelerin rızası hilafına çocuklarına el konuluyor, başka kentlerde İmam Hatip Liseleri’ne gönderiliyordu. Yetmiyor, o güne kadar toplumsal bellek üzerinden taşınan dersim mitolojisi ve kutsallıklarına dair mitik anlatılar, resmi ideolojinin hedeflerine göre yazıya dökülerek, dolaşıma sokuluyordu. Böylelikle binlerce yıllık hakikat öldürülüyordu. Bunların tamamı toplumsal belleği dumura uğratarak kadim Dersim kültürel kimliğini, bünyeye yabancı harici bir kalıba dökme ve başkalaştırma faaliyeti olarak işlev görüyordu.
Bu faaliyetler ‘90’lı yıllardan itibaren Munzur Koleji gibi Fetullah Gülen cemaatinin okulları ve dershaneleriyle, çok daha sinsi bir şekilde sistematik hale getiriliyordu. Bugün ise Üniversite, ve Ensar Vakfı üzerinden yürütülmektedir. Cemevi ise kuşatılıp teslim alınarak, farklı bir kulvardan bu güçlerin yedeğine düşürülmüştür.
Diğer yandan ‘90’lı yıllardan itibaren dil, kimlik ve inanç konusunda küçümsenemez bir farkındalık ve bilinçlenme oluştu. Bir kimlik hareketi olarak gelişen Özgürlük Hareketi yalnızca Kürt halkının değil, inkar edilerek baskı altına alınan tüm kimliklerin üzerindeki çelikten zırhı parçaladı. Kürt, Türkmen, Arap her kesimden Alevi toplumunun Cem Evleri etrafında örgütlenmeleri de, bu süreçteki gelişmelerin ürünüdür. Yine, geçmişte sol sosyalist hareketler içinde bulunmuş azımsanmayacak bir kesim bu süreçle birlikte bir farkındalık yaşamaya başlamış, farklı biçimlerde kimlik çalışmalarına yönelmiştir.
Ancak Kürdistan’da bir kültürel havza olan Dersim açısından kimlik ve kültür konusundaki bilinçlenme, pratikte gerekli karşılığı üretememiştir. Bu gün Dersim toplumu gerçek manada bir diaspora toplumuna dönüşerek, kendi anakarasından kopmuştur. Çok değil, artık elli yıl evvel ki sosyal ve kültürel yapıdan bile bahsetmek, mümkün değildir. Bu yakıcı gerçekliğe kafa yormak, ortaklaşa çözümler üretmek, tüm Dersimlilerin temel önceliği olmak zorunda. Dersim adına faaliyet yürüten onlarca dernek, vakıf, STÖ’nün en kısa zamanda ortak bir konferansla bir çatı örgü oluşturmaları, yaşamsal önemdedir. Gittikçe ağırlaşan, kadim kültürel kimliğiyle varlık-yokluk sorunuyla yüz yüze gelen Dersim sorunu, hiç bir siyasi çevrenin tek başına altından kalkamayacağı kadar ağır ve yakıcıdır. En önemlisi de sorunun siyasetler üstü ele alınması kaçınılmaz bir durumdur.