Yabancı biri bir Êzîdî’nin evine gittiğinde o aile varını yoğunu sofraya serer, misafirini en güzel şekilde ağırlamaya çalışır. Böylece kendisinin kötü biri olmadığını, evine gelen misafire bir zarar vermeyeceğini gösterir ve onun da kendisine herhangi bir zarar vermemesini ister. Çünkü Êzîdîler, hep dost bildikleri, değer verdikleri yakın köylüleri ve hatta kirvelik bağıyla akrabalık kurdukları kişilerin saldırılarına ve katliamlarına maruz kaldılar.
Êzîdî toplumu yüzyıllar boyunca dağlık yerlerde veya dağların etrafında yaşadı. Karacadağ, Abdülaziz Dağı ve Şengal Dağı bunların en bilineni. Dağlık bölgelerde göçebe olarak yaşamalarının en büyük sebebi ise inançları. Zira Êzîdî toplumu yanlış bilinen inanışları nedeniyle sürekli hedefte oldu.
Êzîdîler, insanı cenetten çıkararak yeryüzüne getiren Melek Tavus’u dünyevi hayatı başlattığı için kutsuyor, onu insanlığın varoluş sebebi sayıyorlar. Bu yüzden de tarihlerinde onlarca kez İslam inancına sahip olanların ve hatta aynı etnik kimlikten geldikleri ve aynı dili konuştukları müslüman Kürtlerin de hedefi oldular. Bundan dolayı da içine kapandılar ve içe dönük yaşamaya başladılar.
Nereye gidilirse gidilsin azınlıkta olanların kendisini koruma amacıyla içe kapandığı gerçekliği vardır. Bugün bile Avrupa’da azınlık olarak yaşayan halkların kendi gelenek ve göreneklerinden uzaklaşmamak, kendilerine ait olmayan bir kültürün içinde eriyip yok olmamak adına geldikleri ülkelerdeki insanlardan daha tutucu, daha geri oldukları ve içe kapanık bir yaşam sürdükleri biliniyor.
Êzîdîler yüzlerce yıl kendileri gibi göçebe olan Sünni Arap toplumu Bedevilerle komşuluk ettiler. Son elli yılda Suriye ve Irak’ta uygulanan yanlış politikalar nedeniyle hem Êzîdîler hem de Bedeviler yerleşik hayata geçmeye zorlandılar. Sonradan oluşturulan köylerde uygulamaya konulan Araplaştırma politikaları iki toplum arasında gerginlik yarattı. Çoğunlukta olan Araplar Êzîdîler üzerinde dini baskı kurarak onları topraklarından çıkarmaya çalıştı ve Êzîdîler ellerindeki verimli toprakları kaybederken, yaşadıkları ülkelerde mülteci konumunda kalarak o ülkenin vatandaşlığını bile alamadılar. Buna rağmen Sünni Araplar tarafından rahat bırakılmadılar.
Êzîdî toplumu sadece inancından dolayı 74 kez soykırıma uğradı. Çağın en ilkel varlıkları tüm dünyanın gözü önünde Arap Alevi köylerinde gerçekleştirdikleri kan dondurucu katliamlardan sonra Irak’ın en büyük şehri olan Musul’u ele geçirdi ve 3 Ağustos 2014’te de Êzîdîlerin kutsal mekanı Şengal’e girdiler. Buradaki soykırımda yaşamını yitirenlerin sayısı hala tam olarak bilinemese de bölgeden elde edilen bilgilere göre an az 3 bin kişi yaşamını yitirdi. Binlerce kadın ve çocuk esir alındı. Kadınlar köle pazarlarında satıldı, çocuklar savaşa sürüldü. Soykırımdan sağ kurtulmayı başaran yüzlerce insansa göç yoluna düştü ve bir çoğu göç yollarında açlık ve susuzluktan öldü.
3 Ağustos 2014 günü Şengal’de bir kadın kırımı yaşandı. Êzîdî kadınlar inançları ve kimliklerinin yanı sıra bir de kadın oldukları için hedef seçildi. Gücünü kendisinden ve yüzlerce yıllık inancından alan Êzîdî kadınlar ise ölüm yerine yaşamı seçti ve Şengal başta olmak üzere bulundukları her yerde örgütlendiler. Avrupa’daki Êzidi kadınlar da özsavunma temelinde örgütlüklerini büyüterek, 7 Mayıs 2017 günü Almanya-Hollanda sınırında bulunan Emmerich kentinde gerçekleştirdiği kongreyle, Tevgera Azadiya Jinên Êzidxanê-Ewrupa (Avrupa Êzîdî Özgür Kadın Hareketi) kuruluşunu ilan etti. Soykırımdan geriye kalan tarifsiz acılarını direnerek dindirmeye çalışan Êzîdî kadınlar bu gün, o karanlık günün 5’inci yıldönümünde hiç olmadıkları kadar örgütlü ve her zamankinden daha bilinçliler.
İktidarcı, sömürgeci, cinsiyetçi sisteme karşı sessizliği kabul etmeyen; daha adil, daha özgür, daha yaşanır bir dünya için mücadele etmeyi bir görev bilen tüm kadınlar Êzîdî kadınların yanında olmalı, uluslararası kurumlar 3 Ağustos’u “Kadın Kırımına ve Soykırıma Karşı Mücadele Günü” olarak ilan etmeli ve Şengal’in statüsünü ivedilikle tanımalıdır.
Soykırımlarda yaşamını yitiren tüm insanları saygıyla anıyorum.