Devrimci tutsak onurunu, kimliğini sahiplendiği için, onlarca yıldır devletin ve sistemin baskısı altındadır. Bir tutsağı sürgün etmek, ondan öc almaktan başka şey değildir. Yasa uygulayıcılar, yasaları kalkan ederek gaddarlı yapmaktadır. Siyasi tutsakların direncini kırmak için zalimane uygulamalar yapıyorlar.
Uygarlığın insanlığa armağan ettiği kazanımlardan biri kölelikse diğerleri de zindan ve sürgündür. Doğal toplumlarda insanlar özgürce yaşardı. Ahlak normlarını ihlal etmede ısrarlı davrananlar en ağır yaptırım gereği olsa olsa topluluk dışında bırakılırdı. Ancak analitik zekânın devlet aygıtını icat etmesiyle var olan uygarlık aşamasında insanlar tanrıların gölgesi konumundaki hükümdarlarca köleleştirildiler. Lale (ağır mahpusların boynuna geçirilen demir halka) pranga, kelepçe ve farklı aletlerle bağlanıp zindanlara tıkıldılar. Yerlerinden, yurtlarından edilip sürgünlere gönderildiler.
Sanat insan türünün primatlardan farklılaşmasından itibaren duygularını cisimleştirmede başvurduğu temel araç ola gelmiştir. Çizim, yontu, heykelcikler ilk dönem sanat dünyasının vücut bulmuş ürünleriyken simgesel dilin gelişmesi ve yazının icadıyla edebiyat farklı bir sanat kategorisi olarak başat rol oynar.
Doğu’da Gılgamış Destanı, Batı’da Odiessa ve İlyada tüm sonrası yaratımların membaı konumundadır. Mitolojik esinlerle örülü imge, alegorik anlatım ve metaforlarla da bu eserlerin derinliklerine inildikçe, kıvrımlarındaki hakikat nüveler deşildikçe kapitalist moderniteyi de kapsayan tüm sömürü ve zulüm sistemlerinin şifreleri rahatlıkla çözülebilmektedir.
Konumuz bağlamında tutsaklık ve sürgün temalarına temasla iktifa edeceğiz bir göz atımlık da olsa. Gılgamış hakikat arayışçılığı ile iktidarın güç şehvetinin arafında ağır bir kaos iklimindedir. Tutsaklıkla özgürlük, sürgünlükle vatan-yurt özlemi belirgin renkleriyle işlenir. Homeros ise Doğu’nun hazinelerini tüm mücevherleriyle donatır şaheseri Odyessa’yı. İthaka kralı Odyessus bir taraftan gerekçelerini benimsemediği bir savaşın işgalcileri safında gönülsüzce de olsa yer alırken asıl olarak özgürlükle özdeşleyen vatanın derin özleminde bir nevi mahkûmu olduğu bitimsiz sürgünlükte yoluna dikilen türlü türlü canavarlarla kikloplarla, Lestrigonlarla, azgın dalgalarıyla gemisini yutmaya çalışan Poseidon’la savaşır. Tüm insani zaaflara hitap eden ayartmalara direnir, tanrılara kafa tutar ve nihayetinde sürgünlüğü alt ederek tanrıçaların yardımıyla İthaka’sına, yıllarca bin bir taliplisini atlatarak umutsuzca da olsa sadece kendisini bekleyen Penelope’suna kavuşur.
Kuşkusuz sürgün denildiğinde kavim olarak hep Beni-İsrail gelir akla. İbrahim’le başlayan hikâye ebedi bir hicreti ve sürgünü simgeler, kavim olarak da defalarca Babil’e, Persia’ya ve yakın çağlarda Avrupa’ya, Anadolu’ya, Amerika’ya sürgüne mahkûm edilmişlerdir. Uğradıkları bu zulme, günümüz zalim İsrail Siyonizm’ini bir tarafta tutarsak verdikleri yanıt peygamberler, yazıcılar, sanatçılar ve filozoflarla tarihe damgalarını basmak olmuştur.
Sürgüne, tutsaklığa karşı asaletin değişmez timsali ise Sokrates’tir. Atina gençlerine bilimi ve felsefeyi öğrettiği için insanlığa ateşi armağan ettiğinden ciğerleri kartallara yedirilen Prometheus gibi en ağır şekilde suçlanır. Mahkeme suçuna karşılık üç seçenek koyar önüne, tutsaklık, sürgün ve ölüm. Hiç tereddütsüz ölümü tercih ederek tutsaklık ve sürgünlüğün ölümden beter musibetler olduğunu kanıtlar.
Birde yıllarca dağlara, manastırlara, medreselere çekilerek hakikat peşinde kendilerini gönüllüce tutsaklığa ve sürgüne mahkûm edenler vardır. Sebelan dağındaki mağaraya 7 yıl boyunca kapanan Zerdeşt gibi. Bazen Bruno gibi odun ateşinde yakılmak olur bedeli hakikate sahiplenmenin, bazen de Hallaç gibi derisi yüzülmek ya da Mazdek gibi lime lime doğranmak, Thomas More gibi darağacını boylamak.
Tüm otantik Kürt destanlarının da baş konusudur mecaz ve gerçek anlamlarıyla aşkın yanı sıra tutsaklık ve sürgün. Memê Alan zindanlarda çürütülür. Derwêşe Evdî dağlara sürülür.
Kapitalist çağın ortasında tüm kültürlerin anası Mezopotamya yurdunda isyana durunca Kürtler yine dağlar mesken tutulur ve karşılığında darağaçları kurulur. Berlin’den, Londra’dan, Rodos’tan, Malta’ya, Şam’a, Habeşistan’a, Hindistan’a yedi iklim dört mevsimi ve tüm renkleriyle dünya karartılır Kürt’e ve her yer sürgün diyarı kesilir.
Sevda masalları dinleyerek ve okudukları destanlarda isyan ateşiyle bilenen Kürt gençleri yeni bir çığır açtı zulme ve direnişe dair tüm bildik skalaları yerle bir ederek…
Promethe’yi, Zerdeşt’i, İnanna’yı, Mani’yi, Campenalla’yı, Nazım’la, Mandela’yla, Adorno’yla, Rosa’yla, buluşturdular.
Dağ oldular, deniz oldular, umut oldular, güneş gibi doğdular, yanan ateşe rüzgâr, kurak topraklara yağmur oldular.
Öldürüldüler, kıyıldılar, işkencelerden geçirilip paramparça edildiler. Kapatıldıkları zindanlarda yaşadıkları dert ve dram ciltlere sığmaz.
Biraz sürgün penceresinden bakalım istedik çilesi hiç dolmayan ve hep belirsiz şafaklara tarihlenen Ateşin ve Güneşin çocuklarının yaşadıklarına. Bu defa sürgünden meramımız Avrupalarda mahkûm olunan mülteci hayatlar ya da Türkiye metropollerinde yaşatılan ıstırap değil. Tezgâh içinde tezgâhtan geçirilen, ipe çekilmemişlikleri adeta burunlarından getirilen, müebbet tutsaklıklarında zindan içinde zindan yaşatılan ve 30-40 yıldır durmadan bir zindandan diğerine sürülen özgür tutsakların ve beraberlerinde ailelerin yaşadığı eziyeti anlatmaktır.
Biraz da romantize edilir edebiyatçılarca sürgün, bilinmeyen bir mekânda meçhul alanlara açılmak ve türlü egzotik tatlarla tanışmak gibi.
12 Eylül sonrası zindan gerçekliğinde belli başlı kitlesel sürgün pratikleri vardır. 88 Diyarbakır sürgünü, 89 Eskişehir- Aydın sürgünü, 94-96 Diyarbakır katliamları ve sürgünleri ve 19 Aralık 2000 F Tipi sürgünleri gibi. Bu sürgün operasyonlarının sonucunda 100’ü aşkın devrimci tutsak katledildi. Binlercesi sakat bırakıldı ve belki de çok daha vahim bir şekilde bir toplumun hatta insanlığın vicdanı yaralandı. Bu travmanın acıları günün birinde sağalır mı bilinmez ama maalesef ateş hala düştüğü yeri yakıyor. Ne kadar yüzümüzü çevirsek de bu ateşlerin yol açtığı yangınlar insanlığımıza, onurumuza dokunuyor, vicdanlarımızı, yakıyor, yıkıyor.
Şimdi hayal edelim şu anda Türkiye zindanlarında 26-27 yılı (Campenalla ve Mandela’nın rekorlarını binlerce kez kırarak) bulan sürelerle kesintisiz zindan yatan binlerce özgür tutsak var. Bunlardan kimileri ağırlaştırılmış müebbet mahpus statüsünde, 10 yılı aşkın süredir tek başına 25 metre karelik hücrelerde tutuluyor. Hepsi bedenlerinde gördükleri işkencelerin ve onurlarını korumak için girdikleri açlık grevlerinden kalanmağır izler taşıyorlar. Düzenli tedavi ve sürekli bakıma tabi yaşamaları gerekiyor. Ancak devlet idam edemeyişinin acısını çıkartırcasına ilkel bir intikam duygusuyla gram gram eriterek yok etmeye çalışıyor onları. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir fiile karşılık olarak insanlar bu kadar uzun sürelerle zindanda tutulmadılar, bu kadar zulme uğratılmadılar.
Tüm bunlar bir yana sürgün politikasıyla bu uzun tutsaklıklarında onlarca kez bir zindandan diğerine ailelerinden binlerce kilometre uzağa sürgün edildiler.
Hemen hemen tamamı yoksul tutsak ailelerinin yaşadığı dram ayrı bir çileyi ayrı bir zulmü ifade ediyor. Evlatlarını, kardeşlerini, anne-babalarını yoksulluk ve imkânsızlıklar yüzünden yıllarca görememek, dertlerine, çaresizliklerine, tutsaklıklarına ortak olamamak hep kahreder onları. Çoğu yaşlı anneler-babalar bu dertle evlatlarına kavuşamadan göçüp gittiler bu dünyadan.
Demiştik ya, şarkılardan, şiirlerden yansıdığı kadarıyla sürgün romantik çağrışımlar yapabilir diye. Şimdi gelin artık zindanlarda rutin bir hal almış sürgün illetinin nasıl gerçekleştiğini gözümüzde canlandırmaya çalışalım.
Gecenin bir vakti siz derin uykunuzdayken onlarca gardiyan tutsaklığınızı gözünüze sokarcasına aniden koğuşunuza dadanırlar. Kaba-saba tehditkâr tavırlarla sürgüne gideceğinizi söyleyip sizi o halde almak isterler. Eşyalarınızı toparlayıp yanınıza almanıza, doğru düzgün giyinmenize hatta tuvalet vb. ihtiyaçlarınızı gidermenize, sürekli kullandığınız ilacınızı almanıza, yıllarca bir lokma ekmeği paylaştığınız yoldaşlarınızla vedalaşmanıza izin vermezler.
Pislik içindeki her tarafı kokan kışları buz gibi soğuk, yazları fırın gibi sıcak ring kabininin içine elleriniz sıkı sıkıya kelepçelenerek konulursunuz. Özellikle kin güden ırkçı birilerine denk gelmişseniz daha yolun başlangıcında bir de dayak faslından geçirilirsiniz. Saatlerce öyle aç-susuz nereye götürüldüğünüzü bilmeden dışarısını görmeden, hiçbir ihtiyacınızı karşılayamadan o insanlık dışı koşullarda yol gidersiniz. Toplu sürgünlerde birçok cezaevi dolaşıldığından bu eziyetin günlerce sürdüğü olur.
Nihayet götürüldüğünüz yere vardığınızda artık bu eziyet bitti diye rahatlamak aklınızdan bile geçmez çünkü asıl eziyet ve işkence şimdi başlayacaktır. Sürgünlerde katledilen tutsakların çoğu vardıkları yeni zindanların girişinde gördükleri işkenceler sonucu yaşamlarını yitirmişlerdir.
Sizi götüren askerler dosyanızı yeni zindandaki asker ve gardiyanlara teslim eder etmez, sicilinize bakıp hakaret ve küfürlere başlarlar. Daha girişte başlarken size boyun eğdirmeye, diz çöktürmeye büyük önem verirler çünkü nasıl başlarsa öyle devam edecektir bundan sonrası süreç.
Saatlerce insanlık dışı koşullarda aç-susuz yol gelmiş, bu insan sadece bir avdır onlar için. Onların gözünde onu teslim almak bir kaleyi fethetmekten farksızdır. Devrimci tutsak zaten onurunu, kimliğini, sahiplendiği için onlarca yıldır bu eziyete katlanmaktadır. Hiçbir dayatmayı kabul etmez ve barbarca vahşice bir saldırının hedefi olur. İşkenceciler hevesle saatlerce işkence edip yorgun düştükten sonra yara-bere, kan-revan içindeki tutsağı alıp pislik içindeki bir hücreye atarlar ve artık boyun eğdiremeyeceklerini anlayıncaya kadar günlerce aynı eziyeti ve işkenceyi tekrarladıktan sonra onu alıp diğer tutsakların yanına verirler.
O bir dava insanıdır, bedeli ne olursa olsun bu adaletsiz kavgada aldığı onca yaraya rağmen boyun eğmediği için mutludur, gururludur. Kürt doğmuş fakat bu meşakkatli yolu kendi seçmiştir. Zaten özgürlük o kadar kolay olsaydı,
“Zekiye kendini yakar mıydı?” dememiş miydi bir bilen…