Kürdistan’da geçmiş, toplumsal hafıza bize bir hikâye anlatıyor; kanlı ve trajik bir hikâye.
Bizim kuşak geçmişe ait savaş hikâyelerini dinleyerek, bugün de yaşayarak büyüdü.
Son yüz yıl içinde on milyonlarca Kürt insanının nelere göğüs gerdiğini hayal etmek bile dehşet verici, değil mi?
Parçalanmış bir ulusun kanlı hikâyesi Kürdistan topraklarında yazılı.
Güçlü hatırası yüz binlerce insanın dağlara çıkıp savaşmasına yol açtı.
Özgürlük isteyen insanlar öldürüldü, idam edildi, işkence gördü ve hapsedildiler.
Kürdistan mezarsız bir ülkeye döndü.
Kürdistan özgürlüğü için savaşıp hayatını kaybedenlerin yaptığı fedakârlığı unutmak elbette mümkün değildir.
Aynı şekilde kendi ulusuna ihanet edenleri de…
Kerkük’ün altındaki saatli bombanın pimi yine işbirlikçi Kürtlerin eliyle çekildi. O bomba Kürtlerin bedenini, ruhunu, umudunu ve geleceğini paramparça etti.
Artık Kerkük pazarında özgürce nar satın alıp evimizde yiyemeyeceğimiz günleri yaşıyoruz.
Kürdistan’ı egemenliği altında tutan devletler ne yazık ki çeşitli dönemlerde bazı Kürt insanlarının, ailelerinin sadakatini parayla satın aldı ve bunları bir ulusun özgürlüğü için savaşan Kürtlere karşı işbirlikçi olarak kullandılar.
Tarih 26 Ağustos 1937.
Dersim direnişinin önderlerinden Sahan Ağa uykudayken sadakati Türk devleti tarafından satın alınan üvey kardeşi Xıde Pırçoy (Pırço’nun oğlu Hıdır) tarafından katledilir ve başı gövdesinden ayrılır.
Üvey kardeşi beraberindekilerle birlikte Sahan Ağa’nın kesik başını bir çuvala koyarak Hozat’a götürüp Hozat cephe komutanı İsmail Hakkı Tekçe’ye teslim ederler.
Sahan Ağa’dan önce Alişer Efendi aynı yöntemle ihanete uğrar ve başı kesilir, Türk yetkililere teslim edilir. Seyit Rıza yeğeni tarafından ihanete uğrar. Bütün bunların sonucunda Dersim yenilir ve taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakılmaz.
İşbirlikçi ve ihanetçisi de işleri bittikten sonra devlet tarafından öldürülür.
Soykırım dönemine ait ağıtların öğretici sözleri, o yılları anlatıyor.
Bugün dinlediğimiz ağıtların nasıl yazıldığını bilmeden dinleyen çok insan var.
Sahan Ağa’nın ardından yakılan ağıtlardan birinde şöyle söylendiğini hatırlıyorum:
‘’Sahan Ağaye mı kişiyor, çefe domanane Tırkan o’’ (Sahan Ağam öldürülmüş, Türk çocuklarının keyfidir…)
Sahan Ağa’nın hikâyesi bugün Güney Kürdistan’da yaşananların özetidir.
Kerkük, Şengal ve onlarca merkezden peşmergenin geri çekilmesi ve işgal edilmesi Kürtlerin hayal kırıklığı olmuştur. Türkler, Araplar ve Farslıların ise keyfinin zirvesidir.
Öğretici bir başka hikâyeye daha başvuralım.
Güney Kürdistan’da koruculuğu kabul etmiş bir Kürt zengini, yazar Kanan Makiya’ya sadakatini Saddam Hüseyin’e nasıl sattığını, neler yaşadığını ‘Vahşet ve Sessizlik’ kitabında şöyle anlatır:
..Evet, 1975’te Kürtler üzerinde yeniden baskılar kurulduğunda sessiz kaldım.
1988’de Kürtlere karşı kimyasal silahlar uygulandığında sessiz kaldım.
1991’de, Kürtler dağlara sürüldüğünde ve öldürüldüğünde sessiz kaldım.
Bunu nasıl yapabildiğini şöyle anlatıyor:
…Diğer Kürt danışmanlar ve ben şehirlerde ve kasabalarda büyüdük.
Bizler lüks yaşama alışkınız. Topraklarımız ve adamlarımız var. Oradaki dağların arkasında, yaklaşık yedi bin dönüm toprağım var. Saddam onlara el koydu ve buna karşılık, ayda yüz bin dinara benim sadakatimi satın aldı…
Saddam söz konusu Kürt’ün sadakatini ulusuna ihanet etme karşılığında satın alıyor.
…Doğup büyüdüğüm şehri yeniden almak için orduyla birlikte gelmeye zorlandım. Ve geldiğimiz zaman, kendi akrabalarımızı, yolu kapatarak bize karşı savaşırken bulduk.
…Erkek kardeşim, kuzenim ve birçok akrabam çevredeki dağlarda çarpışıyordu. Beni yaralayan onlardı…
Sadakatini Saddam’a satan Kürt kendi öz gücüne güvenmeyen Kürdistan’ı parçalayan güçlerden ise beklentisini şöyle özetliyor:
…Eğer Amerika veya Fransa ya da İngiltere Kürt davasına destek olsalardı, biz Kürt devrimine katılırdık…
İhaneti kabul edip ulusuna karşı savaşan Kürt, 1991 yılında yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
…Mayıs 1991’de İzzet el-Duri (Irak Devrim Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı) bana ve ayaklanmaya katılmayan diğer Kürt ileri gelenlerine ikramda bulundu: her birimize içi para dolu birer çanta göndermişti. Bize, ‘’siz endişe ediyorsunuz… Kürtlerle anlaşacağımızdan korkuyorsunuz.’’ dedi.
Biz korkmadığımızı, çünkü bütün akrabalarımızın ve mallarımızın dağlarda kaldığını söyledik. Yalnız bırakılmıştık. Duhok eyaletini bize vereceklerini söyledi. Biz, çocuklarımızın bile bugünlerde bizimle anlaşmadıklarını söyledik.
O şöyle cevap verdi: ‘’Ama siz etkili kişiler olduğunuzu biliyorsunuz. Sizleri Duhok’ta hükümet temsilcisi olarak atayacağız.’’
Ben, ‘’Şimdi hiç bir Kürt, bizim kendilerinin temsilcisi olmamızı kabul etmez.’’ deyince Duri şöyle dedi: ‘’Kürtlerle bazen barışçı yollarla ilişkilerimizi sürdürür, bazen de onlarla savaşırız. Şimdi görüşme zamanı. Fakat bu yapıldıktan ve Amerikalılar çekildikten sonra, Kürt sorununu çözmek için üç gün yeterlidir.’’
Çözüm ile kastettiği Kürtlerle savaşmaktı. Bu kez fark, ordunun yapacağı saldırının geniş çaplı olmasına gerek olmadığıydı. Saddam diğer önlemlere başvuracaktı. Beni katletmek ve ondan sonra da Kürtlere giderek bu fiilden dolayı onları itham edip benim için hesap sormak onun yapabileceği bir şeydi…
Sıranın kendilerine geldiğini fark ettiği an için ise şöyle diyor:
…Sanıyorum, artık safları değiştirmenin zamanı geldi.
Şimdi ben, kendimi kendi halkıma bağladım. Hepimiz Amerika’nın bizi destekleyeceğine, Bizi savunacağına inanıyoruz. Amerika’nın 1975’te Kürtleri sattığı doğru, fakat şimdi durum başka… Batı ve Amerika gibi uygar dünyanın Kürtlere önce umut verip sonra Saddam gibi bir düşmanla yüz yüze bırakması mümkün değildir…’’
İşin doğrusu bu trajik hikâye bize çok şey söylüyor. Dikkatli okunduğunda çıkarılacak önemli dersler ve sonuçlar var.
Kürtler açısından, ‘’Batı ve Amerika gibi uygar dünyanın Kürtlere önce umut verip sonra Saddam gibi bir düşmanla yüz yüze bırakması mümkün değildir…’’ beklentisi ağır sonuçlara neden oldu. 1991 yılında yaşanan trajediyi hatırlıyoruz. Bugün halen ne yazı ki aynı hata yapılıyor.
Kürtler olarak geçmişte neler yaşadığımızı, nasıl aldatıldığımızı ve bugüne nasıl geldiğimizi bilmek zorundayız.
Geçmişimiz bizi kuşatıyor ve bugün geçmiştekilerin çığlığını, acısını ve arzularını duymak hala mümkün.
Sonuç olarak, Kürtler öz gücüne güvenmelidir, başkalarına değil. Kürtlerin özgürlük talebi devletlerin insafına bırakılırsa sonuç kaçınılmaz olarak trajedi ve büyük bir hayal kırıklığı olacaktır. Kaldı ki Kürtler bunu defalarca tecrübe etmiş bir halktır.
ABD, Avrupa ve Kürdistan’ı egemenliği altında tutan ülkeler Kürt ulusunu kendi çıkarlarına göre tanımladı. Bugün hala geçmişe ait kurallarla yönetmek istiyorlar.
Bu hiç de adil ve ahlaki değil, tamam ancak Kürt siyaseti bunun karşısında neler yapacak? Bundan sonra bu soruya verilecek yanıt Kürdistan’ın geleceğini tayin edecektir.
Güney Kürdistan’da yaşananlar için ağlamak, üzülmek, birbirini suçlamak sorunu çözmediği gibi daha da büyütüyor. Kürdistan ülkesinin ihtiyacı olan parçalanmış ulusun birliği ve ortak savunma gücünün acil olarak oluşturulmasıdır. Öyle olmalı ki hiç bir güç bundan sonra Kürt insanının sadakatini satın alacak cürette bulunamasın.
Kesinlikle özgürlüğün yolu ve güvencesi demokratik esaslara dayanan birlikten geçer.
Kürtlerin özgürlüklerine sahip çıkmaları bir dönüm noktasıdır. Kürdistan’ın geleceği tehlike altında. Kürt halkı bu savaşı kazanmak zorundadır.
Kürtlerin bu saatten sonra birbirlerine karşı tetik çekmeleri için insanın aklını yitirmesi gerek.
Yeteri kadar Kürtlere tetik çeken var.