Çağdaş, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerini de içinde barındıran sekülerizm hukuku, toplumsal katmanlarının vazgeçilmez bir dayanağıdır. Seküler hukukun olmadığı yerde teokrasinin gölgesinde yaşamaya mahkum edilen insanların yaşama güvencesi yok demektir. Zira hukukun üstünlüğü, sadece lafzî bir söylemdir. Bu tür prosesler, Cumhuriyet tarihinde sıkça yaşanmıştır. Mesela kronolojik bakımdan ele alındığında İstiklal Mahkemeleri, bu sürecin en başat bilinenlerindendir. Akabinde ise OHAL uygulamaları kapsamında, şuan olduğu gibi, kanun hükmünde kararnamelerle yapılan teokratik uygulamalardır.
1920’de, Kürtlere ve mütedeyyin kesimlere karşı kurulan İstiklal Mahkemelerinin popüler “Üç Alileri” (Kel Ali, Kılıç Ali, Necip Ali) vardı. Bunlar bölge bölge gezip, seyyar mahkemeler kurup, insanları asmak ve zindanlara tıkmak için gece gündüz çalışıyorlardı. İşte bu dönemin ceberrut pratiği, sıradan yerel bir hukukun bile değil, tekçi zihniyetin İstiklal Mahkemeleriyle dışa vuran intikamcı bir yansımasıydı. O yıllardan bu güne kadar, Cumhuriyet tarihinde uluslararası normlara uygun, seküler bir hukuk yapısı hiç bir zaman inşaa edilmedi. Edilemezdi! Çünkü Cumhuriyetin kuruluş felsefesi, tekçi-totaliter paradigmalar üzerinden şekillenmişti. Bir topluluklar, mozaikler bahçesi olan Osmanlının son bakiyesi sınırlarında yaşayan farklı halklar-inançlar tekleştirillerek, dine dayalı tek ulus-milliyetçiliği geliştirilmişti.
15 Haziran’dan beri devletin bütün sistemi yeniden şekillendirilmeye başlandı. Bu değişikliğin hazırlığı ise çok önceden yapıldığı ayırımlı uygulamarla anlaşılıyor! Bugün darbe girişimi çerçevesinde, yaklaşık bir milyona yakın insan mağdur edildi. Kör-topal yürüyen hukuk, eğitim, ekonomi ve siyaset parametreleri yeniden tasarlandı. Darbe içinde darbe, oyun içinde değişik oyunlar sahneye konularak, artık insanlar sindirilmeye çalışılıyor. Bu iletişim çağında insanlar, diyebiliriz ki böylesine çok ürkütücü bir durumla karşı karşıya getiriliyor. Fakat devletin tepesinde kartlar sürekli karılmakta, kindar ve dindar şablona göre bu oyun hala devam etmekte! Bu kumpasvari işlerin sonunun nerelere kadar gideceği, aslında henüz bilinmemekte! Bilinen bir tek şey varsa, o da başta Kürtler olmak üzere, Aleviler, devrimci-demokrat muhalifler bu oyunda, en çok yara alacak kesimleri işaret etmekte!
Türk yetkilileri, yaşadığımız bu 21.yüzyılda uzaydaki Türksat uydusuyla övünüyorlar. Oysa mühim olan bir devletin uyduda istasyonunun olması değil, bu imkanı kendi vatandaşlarının lehine nasıl kullandığıdır! Bu uydu aracılığıyla “vatandaşım” dediği toplumsal katmanlar kendi dillerini, folklorik kültürel değerlerini, inançsal yapılarını koruyup geliştiriyorlar mı? Dünyaya açılan bu pencerede, kendi renklerini yansıtabiliyorlar mı? Tam aksine kendi özdeğerleriyle-emekleriyle kurdukları televizyon-radyo kanallarını bir çırpıda kapatmak, devleti yönetenlerin ne denli saltanat rüyalarında yüzdüklerini göstermiyor mu? Ki bu türden devlet yönetimlerine, modern literatürde monarşi denir. Bilindiği gibi monarşilerde; siyasi otoritenin genellikle miras yolu ile bir kişinin üzerinde toplandığı, devlet düzeni veya rejimin tekçi erklik sistemi hayat bulur.
29 Ekim tarihinden itibaren, Milli güvenliği tehdit eden yapı, oluşum ve gruplar ile terör örgütlerine aidiyeti bulunan 12 televizyon ile 11 radyo kanalının yayınları, 668 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında sonlandırıldı. Bu kapsamda kapatılması kararlaştırılan Özgür Gün TV, Jiyan TV, Azadî TV, Denge TV, Hayatın Sesi, İMC TV, TV 10, Zarok TV’nin de aralarında bulunduğu 12 televizyon ve 11 radyo kuruluşu var. Şimdi sormak gerekiyor; Kürt çocuklarına Kürtçe çizgi film izleten Zarok TV mi milli güvenliği tehdit ediyor? Alevilerin içli tınılarını, hümanist felsefesini ekrana taşıyan TV 10 mu milli güvenliği tehdit ediyor? İşçilerin, kadınların sorunlarını gündeme taşıyan Hayatın Sesi mi milli güvenliği tehdit ediyor? Yerel sorunlarla, müzik ziyafetlerini izleyicisine ulaştıran diğer televizyon ve radyo kanalları mı milli güvenliği tehdit ediyor? Şubat ayında İMC TV kapatılmış ve şimdi de yayını durdurulmak istenmekte. Galiba hayatın sadece siyah-beyaz renklerden ibaret olduğu tasavvur edilmekte.
1920’de “Kürtçe konuşuyor, şapka devrimine muhalefet yapıyor ve benzeri terelelli suçlamlarla” insanlar idama, sürgüne, zindana mahkum ediliyorlardı. “Kırk katır mı, kırk satır mı?” yaklaşımı içinde insanlar korkutuluyor ve sindirilerek teslim alınıyordu. Şimdi de “milli güvenliği tehdit ediyor” diye, televizyon kanalları karartılıyor. Bu kanalların çalışanları, destek veren izleyici kitleleri sindirilerek teslim alınmak isteniyor. Bu durum karşısında; “korkunun ecele faydasının olmadığını bilen” başta Alevi Pirlerinin, örgütlü bütün kesimlerin ve demokrat aydınların en azından bir çift sözü olmalı. Demokratik usuller içinde seslerini tüm dünyaya haykırmalıdırlar. Yoksa yarın çok geç olabilir! Çünkü asıl hedeflenen takiyeli müteşerrilerin (şeriat işleriyle uğraşanlar) tek dil, tek din, tek millet projesini farklı versiyonlarıyla hayata geçirilmek ve bunu tüm topluma zorla kabul ettirmektir.